29 Şubat 2012 Çarşamba

"sizin gibi olacağım" dedi :))

Gözleri ışıl ışıldı... heyecandan yanakları hafif pembeleşmiş... konuşuyordu... hızlı hızlı,..
Baştaki utangaç, tereddütlü halini de bırakmıştı bir kenara....
Çok zengin bir dille anlatıyordu, renkli, ifadesi net... pırıl pırıl...
Bu halleri öylesine tanıdıktı ki bana...

Lise son sınıftaydı... bir arkadaşımın kızı....
Kafası karışık...
"Ne olsam" "ne okusam" dı bütün derdi....
Başarıyla tanışmış, öz güvenli ve başaracağından emin..
Nasılda hazırdı hayata....
Doktor mu olsun, yoksa mühendis mi
Babasının istediği gibi...
Puanı tutuyormuş her yeri...

Araştırmayı seviyorum...
İnsanları seviyorum..
Sevdiğim gibi, inandığım gibi..
Sizin gibi olmak istiyorum...dedi

Baktım gözlerinin tam içine....
Bakışları dokundu yüreğime...
Ürperdim...
Kavşaktaydı...
Soruyordu...
Soluyordu beni...
Nemlendi aniden gözlerim...

Ne diyeceğimi bilemedim bir süre... evet ben çok seviyordum işimi...
Önce hekimliği, sonra yöneticiliği..
Ama yeterlimiydi...
Hekim arkadaşlarımın depresyonlarına ortağım son günlerde...farklı farklı ortamlarda...
Öylesine incinmiş ki yürekleri... ötekileştirilmeye çalışılan sağlık emekçileri...
Yeni kuşakları bekleyen, çığ gibi büyüyen sorunlar, umutsuzluklar, bezginlikler, terk edişler...

Oysa ideallerimiz vardı bizim... yapacaktık...çoğumuz da yaptık...
Bizler çok şanslıydık... fırsatlarımız oldu, sıkıntılarla boğuşsak da...
Ama bu genç kuşağı neler bekliyordu sağlıkçılık adına....görebiliyordum...
Bu mücadeleyi nasıl anlatacaktım ona...

Konuşmaya başladım önce temkinli...
Aslında tam bir yönlendirme yapmak da istemiyordum...
Sorumluluğu vardı sonrasında...
Ama içimdeki deli kız, duruma el koydu hızla..:))

Ben de sevdim hep insanları, tıpkı senin gibi...
Onlara dokunmak... onlarla savaşmak, yaşam savaşlarında...
Kazandığımız da, ve yeniden yaşamalarının tadını almak var ya...
Değişmem hiç bir maddi kazanca...

Ben sevdim yöneticiliği...
Bir kurgu, bir iğne oyası gibi...
İnce ince, ilmek ilmek dokuyarak sistemi...
Sonra karşısına geçip,
Evet ya, çalışıyor, oldu valla, yine becerdim diyebilmek..
Artık daha çok hastaya dokunabildiğini hissetmek
Oleyyy diye bağırasım gelir, her başarılı projelerden sonra...

İşte bunları anlatırken buldum kendimi...çağıl çağıl...

Mücadeleden kaçış yok, her nerede olsan da...
Sonunda kazanacaksın, zekisin nasıl olsa,
Hele başarmanın lezzetini biliyorsan hayatta,
Yaşam gurmesi olursun, her ne işi yapsa da..
Bir farkla...
Karşılında sana dönen önemlidir, maddi her şeyin yanında...

Hekimliğin bu yönü farklı işte...
Üzüntüsü, acıları olsa da,
Bir tek kişi için yaşamı geri kazanmak bile...
Kıyaslanamaz diğer bütün işlerle...

Yel değirmenleriyle savaşacaksın...
Çöl ortasında su diye haykıracaksın..
Bazen kurtulmak için bulunduğun açmazdan,
Tüm varlığını bile gözden çıkaracaksın...
Fırtınalarda çırpınırken yüreğin..
Kendin olacaksın, sağlam kalan tek yelkenin..
Karanlıklarda ışık ararken bazen
Kendine kızacaksın en çok, neden, neden, neden,
Ve kendini alkışlayan, bazen bir tek sen olacaksın...

Ama dip toplamda herşeye rağmen..
Sen hep hekim yüreği taşıyacaksın...
Güneşi zapt edeceksin bir şekilde koşulsuz
Tünelin ucu sana hep yakın...


Aktı işte böyle..
Anlattım anlattım..


Dedi ki, anladım..
Verdim kararımı..
Evet evet sizin gibi olmak istiyorum ben...
İnancınıza hayranlığım...
Hekim olacağım...

Birden durdum...ya ne yapmıştım ben... hem de bu zaman da....şu günlerde...
Ama inandıklarımdı söylediklerim gerçekten, baştan sona..
Sizce haklımıydım ben :))

27 Şubat 2012 Pazartesi

eski hırkam...

Olmuştur sizin de eminim... kocaman sıcacık el örmesi, anne emeği bir hırkanız... vazgeçemediğiniz..

O kocaman hırka... nelere şahit...

Buram buram çocukluk, ilk gençlik günleri...ev kokan...

Uzaklardayken... özlemlere pansuman...

Üzerindeki kurumuş göz yaşlarını itinayla saklayan. yumuşacık... sarıp sarmalayan...

Eski hırkam... ben'i en çok sorguladığım, ben'i en çok yargıladığım....o eski günlerin sessiz tanığı... sıcak yaz günlerinde bile uzaklaşmaya kıyamadığım... hep bir el mesafesinde tuttuğum... eski hırkam...

Ne zaman, nerede vazgeçtim ondan... yenisini mi koydum yerine... bilmem... net değil hatırladıklarım...

Unutmuşum...

Bir kaç hafta önce, annemlerdeydim Antalya'da... Annemin üzerindeydi benim eski hırka...

Baktım uzun...takıldım bir süre...

Hey gidi günler...

Büründüğüm....onsuz olamadığım... bensiz olamayan... çocukluğumdan benimle genç kızlığa adım atan....soluklaştıkça daha bir benim olan...o kocaman salaş rengi solmuş sıcak hırkam....

Sorsam ona....hatırlar eminim....

Saatlerce telefon başında oturduğum, her derdi dinleyecek kadar cesur olduğum... her derde bir çözümüm olan günlerim.... ve her sorunun mutlak bir cevabı var zannettiğim...ders çalışırken sabahlara kadar... benimle birlikte uykusuz kalan... çayın, kahvenin tadını benimle bilen :))

Gelecek denildiğinde turkuaz bir mavi ve sonsuzluk düşlediğim,  hayat denilince çok uzun zannettiğim, sevgi denilince bile kalbimde kelebekler uçurduğum günler....

Hayatımın siyah ya da beyaz günleri...griyle henüz tanışmadığım.... uzlaşmalarımın uzağında.... başkaldırılarımın en ateşli demleri... hırkamsa bir zırh gibi... her kavgamda yanımda...

Şimdi....

Eski hırka....yok....aniden fark ediverdim.... ürperdim...

Suçlulukla baktım hırkama bir süre.... gözlerim dolaştı ilmek ilmek....

Üşüdüm aniden....

Kaybolan masumiyetler.... kaybolan özlemler... kabuklanarak sertleşmiş yaralar... soluklaşan gençlik hayalleriyle beraber... farkına bile varmadan geçen seneler... öyle çok şey sıkışmış ki benimle hırkamın arasına...

Hırkam da bana bakıyordu.... sorgular gibi şahit olmadıklarını.... sorar gibi sanki....

Üşümem daha da arttı...

Sessizce baktım... gözlerimden anladı... güldü bana ilmek ilmek... üşüme, üzülme dedi... bak gençliğin en azından bende saklı... annemin üzerinden sıcaklığı yayıldı o günlerin.. o ateş, o umut, o güven, o öfke, o sevda... ısındı içim... ben de güldüm... gülüştük karşılıklı...

Annem sordu bana bakıp....
" Neden gülüyorsun bana bakıp bakıp"  hırkanı isteme sakın, vallahi vermem... :)))

26 Şubat 2012 Pazar

Hadi canım sende :)

Keşke demicekmişiz....Pişman da olmayacakmışız....

Hadi canım sende...

Daha az önce dedim kocaman bir keşke... pişmanlıkla beraber hemde :))... koca bir tost, arkasından doymayıp 2 dilimde reçelli ekmek yiyince... karnımın böylesi doymasıyla birlikte... bir keşke yerleşti içime ki... sormayın öyle böyle :))

Efendim.... "o an öyle gerekti, öyle oldu, en doğru karar o an için oydu....de ve yürü.... bakma ardına" diyorlar... mümkünmüş gibi sanki....

Yemeği fazla kaçırınca, tembellik edip yapamayınca, gereğinden fazla sevip de huysuzlaşınca, her şeye gecikince, isteyip diyemeyince ve daha ne çok durumda... Keşke, keşke, keşke.....

İnsanın iyi'kileri olur da keşkeleri olmaz mı hiç.....

Ardına bakıp üzülmeyen...yada kısa hesaplaşma molalarında, soluk resimlere her baktığında, eski bir melodi duyulduğunda....yüreğinde "keşke" tomurcuklanmayan varmıdır....

Hem neden pişman olmayacakmışım... keyfim ister pişman da olurum....

Kendimizi sevelim...sevelim tamam da, o kadar da abartıp kendimize aşık olmayalım, aman....

Hiç pişman olmamak ne demek... "en doğrusunu ben yaparım" demek..."hiç hata yapmadım" demek...yani bu işin sonu "ben hiç hata yapmam" a kadar bile vardırılabilir ince ince...eyvah ki ne eyvah yani...

Keşkelerim de var benim, pişmanlıklarım da, hatalarım da.... var elbet.... ve olacaklar da... insanım ben ya...hatasıyla günahıyla... keşkelenirim...pişmanlıklarla yuvarlanırım....affetmeyi denerim kendimi....çok da kızarım bazı bazı.... bilirim bazılarının yoktur telafisi....

Ama bir o kadar da "iyiki" de biriktirmişimdir bir yandan... Onlar da çoktur... Bakıp bakıp gururlanırım gizli gizli...iyikilerimi okşarım da sık sık.. :))

Ben keşkelerimi de iyikilerimi de, birer gazilik madalyası taşır gibi taşımaya çalışmaktayım... bazen tebessüm bazen acı ile.....

Keşkelerimle uzlaşmak bazen zor olsa da.... önemli olan keşke dememek değil.... keşke durumlarında, bir daha aynını yapmamaya çalışmak...o da kesin değil yani :)) yapmamaya çalışmak bile iyi bir uğraş sonunda....iyi gelir insana ...sonuç yine aynı olsa da :))))

Ama yaşam böyle bişi değilmi.... hep pembe de değil, hep gri de...hele siyah yada beyaz hiç değil.... yaşıyoruz her birimiz kendimizce...keşkelerim var benim...pişmanlıklarım da...hem kime de ne...değilmi ama :)) keşke deme, pişman olma, hata yapma özgürlüğüme kimseler karışmasın lütfen.... hem risk alırım, hem keşke diyebilirim ben....

Bence takılmadan sözcüklere, kavramlara.... doyasıya yaşayalım... ertelemeden, üşenmeden, gecikmeden....

Bol bol sevgi dağıtarak....Cimrilik yapmadan "seni seviyorum" diyelim tüm sevdiklerimize...geç olmadan...her şeye....sevgiyle....gerisi nafile bir bahane...:))



25 Şubat 2012 Cumartesi

içimdeki dağlara tırmanmak...

"İçimin dağlarına çıktım" .... bu söz bir anda durdurdu beni... sevgili Luna Sesi'nin  yazısından bir cümle....

İçimdeki dağlar.... vardı dimi... bense hep derinliklerimle uğraşmıştım.. Dağlar... bu yeni bir boyut... yeni bir bakış açısı... çok da düşünmediğim...içimdeki dağlarım...

Tırmanmak...çıkmak..kendi dağlarımı fethetmek... başarmak... yenilenmek... bu bakış tümüyle farklı benim için.. hiç tırmanmak olarak düşünmemişim...

Ben kendimi didiklemeye karar verdiğimde, ya da durum öyle gerektirdiğinde derinlerime dalarım... görsel yönü daha baskın bir kişilik olarak ben.... ıssız maviliklerde sessiz sessiz aşağılara indiğimi, derinlikten renkleri değişmiş anılarımı; itinayla kaçtığım, üstünü örttüğüm ve derinlerime gömdüğüm duygularımı düşünürüm...

Dalmış olanlar bilir... derine inildikçe renkler soluklaşır... kaybolur gün ışığı renkleri... herşey mavi ve yeşilin tonlarında derindeki sükunete saklanır sessizce... sonra, ışık tuttuğunuz anda... beliriverir en şımarık halleriyle kırmızılar turuncular... ışık hüzmeniz boyunca sabırsızca oynaşırlar suyun içinde...

Derinlerime indiğimi düşünürüm ben de bazı bazı... elimde fenerim...

Kan rengi bile yeşildir derinde... ama aniden... ışıkla birlikte ortaya çıkar en kırmızı haliyle... acısa da tutarım ışığı üstüne üstüne.. bazen kaşır daha da kanatırım... bazen de kanamaları bulurum itinayla... pansuman yaparım kaçtığım yaralarıma....

Benliğimin kuytularında gezinmek, benim için hep derinlere bir yolculuk olmuştur...

"içimdeki dağlara çıktım" diyordu... evet bu farklıydı...tabii ya sadece derinler yok ki... dağlarda var içimizde... uzak durmaya çalıştığımız itinayla... değişmez, fethedilemez sandığımız herşeye dair....

Düşündüm uzun uzun...dağlarımı tanımaya çalıştım...vardı elbet...olmaz mı... sıra dağlarım bile vardı :))  farkında olmasam da oluşturduğum... hem kendime hem herkes adına... dağlarım.... duvarlarımın ardındakiler....


Dağlarıma tırmanmaya cesaretim var mı... ya da birilerinin tırmanmasına izin varmı... bilmem... mümkün mü acaba...

"Ben böyleyim" dediğimiz noktada başlıyor etekleri bu dağların... içini doldurdukça biz, yükseliyor yavaştan, çaktırmadan...bizimse... sırtımız dönük çoğu zaman...söyleniyoruz olduğumuz yerde..

Sürekli besliyoruz bu yükseltiyi..."aaaa canım ya, değişir mi hiç insan" ya da" yok yok yapamam mümkün değil" dediğimiz noktada ise sarp yamaçlara geliyor sıra.... ve artık nurtopu gibi bir yeni dağımız oluveriyor....

Yer bilimcileri bile şaşırtacak bir yapılanma... hiç böyle bakmamıştım bu duruma...

Oysa lafa geldi mi... kolaylıkla söylerim ben de " insanoğlunun alışamayacağı ortam, kaldıramayacağı yük, başaramayacağı iş yoktur " diye..."ölümden başka".....

Değişebilirlik, yenilenebilirlik yetisine bunca inanmama rağmen...yine de...inanın yine de... durdurdu bu söz beni... "içimdeki dağlara tırmanmak"... tokat gibi geldi bana hatta.... sırtımın ardında hissediverdim varlıklarını... yavaşça döndüm... kaldırdım başımı....gördüm....

Şimdiki aşama... tırmanacak cesareti toplamakda... hadi bakalım :))  Belki de yardım bile almak gerek bazen... ne dersiniz.... dağlar benim olsa da :)) başarmak için önce istemek gerek dimi...

23 Şubat 2012 Perşembe

yaş almak.... yaş vermek

Bu bir alış veriş mi.... olabilir, neden olmasın ki...:)))

Neden yaşı hep alıyoruz acaba...
arada versek de diyorum.....

Bir karar verdim geçen sene doğum günümde....
artık bu kadarı yeter dedim kendime...
artık geriye seyahat başlasın :)))

Her sene bir yaşı geriye vereceğim...
İnanın uyguluyorum..
Giderek gençleşiyorum içimde...




Nasıl mı...
Yaşlılık öncelikle bizim beynimizde,
Nasıl hissediyorsanız öyle yaşıyorsunuz...
30 yaşında ne yaşlılar...
Ya da..
80 lik ne genç yürekler varsa...
Bu da olabilir pekala...

Formülü ben de geç buldum...
Ama buldum ya :)))

Önce kendimi eşeledim eşeledim...
kapakları açtım bir bir....
kilitli, paslı, unutulmuş...
küflenmeye yüz tutmuş..
duygular..

ve tozlanmış kahkahalar..


Karanlıkta uyuyan deli ben,
çılgın ben
ve en sonunda
çocuk ben...
öylece orada
sabırsızca, kıpır kıpır, senelerdir bekleyen...

Bulup çıkardım teker teker..
itinayla
gün ışığına,
söz verdim.... geldiler benimle..
bir daha dedim
söz bir daha
hiç unutmayacağım sizi...

Birlikte olacağız...
anlarım anlarınız olacak..
ve birlikte yeniden bulacağız beni
geri vererek her sene bir eski yaşı
yaş vereceğiz
gençleşeceğiz birlikte
itinayla
güvenin bana...

Dedim... ve... yaptım :))

işte ben bunu kutladım bugün
yaş almanın değil
yaş vermenin yıl dönümünü.....
ey ben....
kutlu olsun bana,
söz verdim,
izin vermem bir daha toz tutmasına...........sevgiyle

21 Şubat 2012 Salı

Feriköy'de bir "Pazar"

Siz hiç beş duyunuzu kullanarak geçmişinizde yolculuk yaptınız mı?

Varlığını bile unuttuğunuz bir sürü objenin arasında, sanki bir zaman tünelinde salınır gibi, dudaklarınızda keyiflimi keyifli bir tebessümle, hatta bunu bölen küçük çapkın kahkahalarınızla, istemsiz dökülüveren şaşkın sözcüklerinizle dolaştınız mı... ya da dolaşırken yıllardır duymadığınız bir melodi, pikaptan yayılıp gelip olduğunuz yere mıhladı mı sizi....


Bir eski telefona takılı kaldı gözlerim; o spiral kıvrımla oynaya oynaya yaptığım, saatler süren telefon konuşmaları, annemin homurtularına rağmen kesmeye kıyamadığım o uzun sohbetleri unutabilirmiyim.....Eski bir saat ile sınav sabahlarını.... Eski bir radyo ile ıslak ıslak dinlediğim TRT Fm "Gece ve Müzik" programını... hatta çocukluğumuzun "Arkası Yarın" larını....

Daha nice küçük anı gelebilir bir objenin peşisıra yüreklerimize.... kimisinde tebessüm ettiren, kiminde kahkaha ile güldüren... bazen damla olup akan... bazen pembe, bazen mavi, bazen lacivert duygular... işte böyle bir yolculuğa çıkıyorum ben her pazar... Feriköy Pazarında... tavsiye ederim :))

Feriköy Antika Pazarı... aslında gerçekten antika da var, ne ararsan da... hemen her tezgah kendine çekiyor gerçekten... karıştırdıkça buluyorsunuz... keyif almak için illa kolleksiyoner olmak da gerekmiyor... ancak pazar sizi kolleksiyoner yapabiliyor, demedi demeyin sonra... gerçekten bağımlılık yapıyor...


Eski pelikan sulu boya takımım, astronot kafası gibi olan radyom, bir tren bileti, anneannemin küpeleri, büyükbabamın büyüteci, çocukken bileklerimi morartan "lak lak"... komşu çocuklarının dokunmasına asla izin vermediğim bebek, ilk gerçek aşkımın hediyesi olan sedef bilezik (ki hala saklarım aynısını :)...) ...ve daha neler neler.... hem de pazarda sürekli çalınan nostaljik müzikler eşliğinde....

Hiç ummadığınız bir anda karşınıza çıkıveren bir tablo... cam işçiliğinin en sıradan örnekleriyle karışmış olsa da farkediverdiğiniz bir güzellik.... yaşanmışlıklar, yaşanmışlıklar....

Bana en hüzünlü gelenlerse; eski günlükler, eski mektuplar ve resimler.... kimbilir kimlerin sararmış duyguları.... soluk siyah beyaz fotoğraflar..veeee.. eski bavullar . kimbilir hangi umutları taşıyan...

2 senedir gidiyorum pazara, neler neler aldım... artık beni de esnaf zannediyorlar hatta :))... sıkı pazarlıklarıma o nedenle hoşgörüyle yaklaşıyorlar... aldıklarını ne yapıyorsun diye hiç sormayın... aralarında bir armoni oluşup gün yüzüne çıkmayı bekliyorlar itinayla... inanıyorum...kararlıyım... bu da olacak...

Şimdilik bu kadar olsun... aldıklarımdan seçmeler ise başka bir yazının konusu olsun....sevgiyle...


20 Şubat 2012 Pazartesi

Sessizlik anlatır senden sonrasını ...

Bazen susarsın...
Sessizlik anlatır senden sonrasını..
Öyle gürültülüdür ki bazen,
Şaşarsın....
Bazen gözlerini kaparsın...
Hayaller oynaşmaya başlar gözlerinde....
Sıkı sıkı kalbini de kilitlersin...
Bazen,
Kelimelerden kaçarken sen,
Düş olurlar rüyalarında, ince ince...
Sessizliğin gürültüsünden kurtulmak,
Hepten mümkünsüzdür bazen...
Ve sen konuşmaya başlarsın ...
Bitsin bu gürültü...
Ve sessizlik sussun diye yeniden...

18 Şubat 2012 Cumartesi

Yarım elma olmayacağım ...

Olmayacağım, olmayacağım işte....

Yarım elma olmayı, bir elmanın diğer yarısı olmayı külliyen reddediyorum....

Ben bir bütün elma olmalıyım, kendi kendime tamamlanabilen...

Bütünlüğüm bozulunca dengem şaşıyor...Ben eksikliği tamamlamak için başkalarına muhtaç olmamalıyım...
Tam elma olmalıyım ben...

Cesareti olan başka bütün elmaların da yanımda olma izinleri var tabii :)) o başka bir durum....Hatta iki tam elma olmak, yanyana sırtsırta, biri yeşil  biri kırmızı da olsa....yanyana iki bütün elma olabilmek var ya....var mı daha ötesi bir durum :))

Olmaz ki bence... bir elmanın iki yarısı olmak... yine eksik iki elma olmaktan başka nedir ki...İhtiyaç, muhtaçlık, acizlik, muktedir hissetmemek, yetmezlik duygusu, eksilme süreci, yok olma korkusu, tutunamama becerisi, öğrenilen ve öğretilen çaresizlikler... itirazım var topunuza... itinayla reddediyorum hepinizi....evet evet itinayla....

Ne zaman eksildiğimi hissettsem... önce biraz koyveririm kendimi...
Dibe varmadan yukarı çıkılırmı hiç....
Hatta hızlandırmak bile yararlıdır iniş sürecini... bir an önce yukarı çıkabilmek için... dibe çarptınmı bir defa... işte o acıyla hatta...insan bir anda "dur ya hop neler oluyor" olur ya... fark ediverirsin kendine yaptıklarını, şaşırarak bazen hatta... ve toparlanır... ve ayaklarını basarak en derindeki zemine... güç alır, yeniden yükselerek derinlerinden... yüzeye, güneşe, ışığa çıkarsın... sen çıkarsın yani... birileri elini tutabilir...yardım edebilir ışığı bulmana... ona bir itirazım yok...ama sonrasında yine sensin kendinle birlikte... kendini taşıyarak yukarıya...ışığını bulursun... ve tazelenerek bakarsın etrafına...

İşte öyle... dibe varmadan tekrar yüzeye çıkmak daha zor gelir bazen bana... bu nedenle izin veririm en derinime dalmaya...sonra da sıkılarak kendi hallerimden...ışığa koşarım yeniden... böylece tamamlanarak çıkarım yüzeye...daha sıkı sarılırım hayata ve sevdiklerime... anlayarak, anlaşılarak, zenginleştiririm içimdeki beni... itinayla... korkmadan bakabilirim her türlü ışığa.... sakınmadan, saklanmadan.... asla korkmam ayakta ve dik durmaktan...ve yan yana durmaktan hak edenle :))

Az önce bir yazı okudum... "kimseye bağlı olmadan yaşanan mutlulukların da farkında olabilmeli insan" deniliyordu özetle... evet ya... öyle çok şey var ki... bakmak yeterli gerçekten görmek için... yok Pollyanna'cılık değil bahsettiklerim... o tarzdan da nefret ederim... ne o öyle... ben kızarım da arkadaş... beğenmedim mi beğenmemişimdir... uymazsa uymaz... mış gibilerle.... mutluyum mutlusun mutlu oyunlarıyla işim olmaz... ama bu dediğim farklı.... sıcacık bir kahvenin kokusunu daha uzun içe çekmek gibi....yediğimiz her lokmada ki tadı tekrar tekrar fark edebilmek gibi, otomatiğe takmadan etrafa bakarak tek tek detaylarda farkındalığı koruyabilmek gibi.... ben ve senlere takılmadan onlara da bakıp anlayabilmek gibi... yolda çizili bir seksek oyununda utanmadan seksek oynayabilmek gibi... gibi gibi işte.... hatta "hayır deme hakkı" nı kullanabilmek bile bir mutluluk değil mi....mutlu hissetmek için önce bu fikre alışmak gerek gerçekte...

Yarım elmadan nerelere geldik... ama bu durum, yani kendi bütünselliğini koruma becerisi, mutlu olabilme becerisiyle öyle içiçe ki... ancak başkaları sizi severse kendini sevme durumlarında, ayakta durabilmek için diğerine muhtaçlık durumlarında, bir bütün gibi hissetmeye imkan varmı... bence yok... kısaca kendiyle barışık olma durumu benim anlatmaya çalıştığım... kendinizi affetme hatta, hoş görme bazen de... aşırı bireysellik ya da bencillik de değil anlatmaya çalıştığım...aman karıştırılmasın....:))

Kendim olmaktan mutluyum... yanımda kendi olan birileriyle olmaktan mutluyum... yaşıyor, sinirlenebiliyor, kızabiliyor, sevebiliyor ve gülebiliyor olmaktan mutluyum....bunlar benim duygularım...sevabıyla günahıyla ve tüm faturalarıyla... evet ya ben seçtim böyle olmayı....sevabı da günahı da bana ait olmalı hayatımın....ben böyle yaşamayı seçiyorum.... yarım elma olmaya dayanamam ki ben zaten :))

Yanılıyormuyum sizce? zor oyunu bozar mı yoksa...içinizdeki çocuğa bir sorun bakalım... o cevabı biliyor inanın...siz hiç yarım elma durumunda bir çocuk gördünüz mü zaten :)) sevgilerimle kalın...

15 Şubat 2012 Çarşamba

ey aşk... bizi affedecekmisin...

Yaşadığımız abartıların, yönlendirmelerin, pazarlama savaşlarının bir sınırı, bir dur'u yok.... değilmi?

Tüketim çılgınlığı her alanda ve her koşulda sürekli kendini aşıyor... Siz de sürekli bir bombardıman altında gibi hissetmiyormusunuz kendinizi... internetten, medyadan, sokaklardan hatta telefondan... birinden kurtarsanız diğerinin hedef alanına düşüyorsunuz... son örnek de "kırmızı kalp" sarhoşluğu....

"imdatttt.... sevgililer günü geldi".... diyesim var artık.....

Basın, yayın, sosyal medya, tüm iletişim kanalları, mailler, mesajlar.... her yer kıpkırmızı.... her yerde kalpler kalpler.... vallahi benim sevgimin rengi kırmızı değil... hele bu valentine baskısından sonra, bir daha da kırmızı olmayacak... itinayla...:))

Yaa kardeşim, aşk dediğin iki kişilik bir serüven... naif, zarif bir o kadarda yırtıcı, vahşi bir duygu.... bu öyle milli bayram modunda kutlanacak bişi mi... ucuz aşk romanları tadında bir mizansenle... olmak zorundamı yani... aşk bu ya ... aşk... öyle bayrak bayrak kırmızı kalplerle kalpsizleştirilerek, sıradanlaştırılmaya çalışılan, bu kadar ucuzlaştırılan, piyasa da meta yapılan, görselliklere boğularak gerçeklikten kopartılan, bir komedi tiyatro sahnesinde performansa zorlanan, sonrada outlet mağazalara düşen..... aşk..... aşkolsun yani....

Aşk... deli bir duygu oysa... renge kalıba sığmayan....vahşi, huzursuz, huysuz, çılgın, çocuksu, ergen, saldırgan, bencil, mantıksız, sabırsız.... diğer yanıyla.... utangaç, ürkek, naif, zarif, kırılgan.......bu duygu işte pazara sürülen... erotik kırmızı bir ambalajın içinde "mış" pozları veren.... vallahi bu promosyonları, kampanyaları yapanlar bile utanıyorlardır bence yaptıklarından... hayatında bir defa bile aşık olmuş, ama gerçekten aşık olmuş herkesi kasar bence bu "sevgililer günü" komedyası..... Valentine yattığı yerde habire ters dönüyordur eminim...

Toplumsal duygulanım hezeyanları da yönetilebiliyor... ne zaman sevinip ne zaman ağlayacağımız, nasıl ve kime aşık olup nelere sinirlenmemiz gerektiği bir şekilde bizlere aktarılıyor sürekli... seneler önce, ilk kahkaha efektli pembe komedi dizileri yayınlandığında ne kadar yadırgamıştık hatırlarmısınız... ama artık efekt gibi ilkel yöntemler değil kullanılan... yada coca cola'nın gizli görüntüleri de değil beynimizde görselliği ile kazınan.. artık beş duyumuzda iletişicimlerin emrinde.... baktığımız, gördüğümüz, işittiğimiz, kokladığımız ve dokunduğumuz herşey de bu pazar, piyasa, tasarım devlerinin izi var artık...ömür kısa zevkler sonsuz.... hepsini tatmak lazım ya... hızlı daha hızlı tüketerek yetişebilirsin ya... o halde düşünme ve karar aşamalarını da atlayalım ne çıkar... birileri düşünsün ve planlasın hatta hissetsin bizim yerimize... bize hazır duygulanım sonuçları kalsın... çabuk çabuk... sonra hemen bir diğerine...hızla..ne kolay dimi... çok, daha çok, en çok şeye ulaşalım böylece....ne hoş değilmi... ya salakmıyım ben...niye şikayet ediyorum ki bu durumdan... kapılıp bu sele gitmek varken... öyle aykırı aykırı konuşmak da niye...Allah allah yani :))

Yok yok ben illaki kendi duygularımı istiyorum...az sayıda ama "tümüyle orijinal ve benim olanı".... tv hemen hemen hiç seyretmiyorum... böyle günlerde mağazaların sokağından bile geçmiyorum... ilgili mailleri açmıyorum... gazete eklerine bakmıyorum... giderek daha ve daha seçici oluyorum.. ama yetmiyorum...bütün bunlara rağmen içim dışım kırmızı... "yeterrrr..... benim aşkım kırmızı değil vallahi.... ebrulimi ebruli" :)) ve bir kutlama töreni de gerektirmiyor, sadece yaşanıyor... varmı itirazı olan ....:))

Sevgiyle :)

12 Şubat 2012 Pazar

Sokak çocukluğum....

Şanslıydık biz, gerçekten şanslıydık.... doya doya yaşadık çocukluğumuzu... mevsimleri sokakta yaşadık doğanın getirdikleriyle iç içe... kavgalar ettik... hayali düşmanlarla savaştık... mahalle arkadaşlarımız oldu... kendimize yetmeyi ilk olarak sokakta öğrendik....

Üzülüyorum şimdiki çocuklar için... akşama kadar ya tv önünde ya bilgisayar başında... sanal oyunlarda....

Seksek oynadık, ip atladık, misket oynadık, alt mahallenin oğlanlarına dar etti bizim oğlanlar bizim sokağı... yaz akşamlarında ateş böceği topladık, kışın çantamızı kızak yapıp kaydık okul yolunda... evin kapısında üstümüzü temizlemek ve eve temiz girmek şartıyla serbesttik çamurlara bulanma da ...

Annemin tek şart vardı - "bana sokaktan şikayet getirmeyeceksin. Gücün yetiyorsa çık oyna" buydu... o kadar... ve bir daha dışarıdan eve hiç şikayet getirmedim yada beni eve şikayet edemedi hiç kimse....

Hatırladıkça kocaman gülüyorum hala.... bayılırdım misket oynamaya... babamın Savarona gezisinde aldığı iri rengarenk misketlerim vardı... sırf onların hatırına büyük oğlanlar beni de alırlardı oyuna... bense pür dikkat oynardım... kazanmak, misketleri kaptırmamak için.. sadece beğendiğim çocuklara yenilirdim gönüllü... tabii bunu onlar hiç bilmediler :)) diğerleri ben kazanınca çok kızarlar, bilyelerimi elimden almaya çalışırlardı... bir kaçardım ki eve...deparıma kimse yetişemezdi.... sonra yine de alırlardı oyuna...tabii yine misketlerin hatırına....:))

Heybelida'da, turşuculuk yapan yan komşumuz evine kat çıkıyordu... ben de gönüllü çırağı... niye mi...:)) gün sonunda koca bir bardak turşu suyu ve salatalık turşusuydu ödülüm... bayılırdım o lezzete... sabırla çalışır tüm gün.... tuğla taşıma, sıra sıra bir tuğla biraz çimento....sonrada ödülümü beklerdim ağzım sulana sulana....

Bu pisboğazlık yüzünden nelere katlanmazdım ki.... Annemler İstanbul a her gidişlerinde beni de götürmek zorunda kalırlardı... ısrarlarımın sonu olmadığı için pes dedirtir her seferinde takılırdım peşlerine... deli gibi sıkılsam da sesim çıkmazdı.. sorun çıkarırsam bir daha götürmezlerdi, bilirdim... Karaköy iskelesindeki sosisli sandviç için her şeye katlanmaya hazırdım....

Adada, çarşıdaki bakkala her uğradığımızda önceden çalışılmış en dayanılmaz gülücüklerimle  bakarak bakkal amcaya :)) çifte kavrulmuş lokum kavanozuna uzanacağı anı beklerdim...tabii yine sabırla :)))

Yalova'daki semt pazarına gidilirdi adadan törenle... tabii ben yine galiptim götürülme pazarlıklarında.... O 4-5 yaşındaki tombul sevimli kıza her tezgahtan verilen cömert ikramlar varken, nasıl adada geride kalabilirdim ben... yüzümdeki yiyecek izlerinden hangi mevsimde olduğumuzu anlayabilirdiniz... en fazla cebi olan kıyafetlerimi giyerdim ısrarla.... iki elim taşıyamazsa bu rüşvetleri ceplerimi doldururdum tıka basa... zavallı annem alışverişmi yapacak....yoksa maskot gibi oradan oraya koşup en sevimli haliyle meyve, şekerleme, kuru yemiş vs ikramlarına boğulan benimle mi uğraşacak.... söylene söylene dönerdik eve.. umurumda mı... ceptekiler yol boyu idare ederdi nasılsa...:))

Yeni oyunlar üretmeye, hayali senaryolar yaratmaya bayılırdım... okuduğum kitapların birer sahne uyarlamasına dönüşürdü bazen sokaklar... sevgili arkadaşlarım.... onlara zorla kayıp bir adaya düşmüş bir grup çocuğun maceralarını az oynatmadım.... hayali bir ormanda saatlerce ev yapmaya çalışırdık... yada azgın dalgalarla boğuşurduk teknemizin küreklerini çekerek....

Giderek büyüyordum ve biz Antalyada idik artık... Bahçeye merak sardım... Evin arka bahçesini laboratuvar gibi bir sebze bahçesi yaptım...en güngörmüş patateslerdi benimkiler:)) .. ne çektiler benden...patates yumrularının günlük büyüme ve son durum kontrollerini yapmasam hiç olurmuydu.... itinayla hergün topraktan çıkarıp, incelenip yeniden toprağa gömüyordum..bu eziyete rağmen büyümeye devam ettiler, inanabiliyormusunuz :)). merakımın sınırı yoktu.... karalahana yetiştirmeye kalktım.. tabii o sıcakta tırtıl oldu üstelerinde.... yazıktı..mutlaka tedavisi olmalıydı... bir tırtılı kavanoza koyup doğru zirai mücadele müdürlüğüne gittim... çok güldüler önce... ben kızdım.. bu ciddi sorunumla ilgilenmeleri için onları ciddiyete davet ettim... tanrım o bacak kadar halimle aynen böyle dedim.... kestiler gülmeyi... ve benim 6 tane karalahana fidem için ilaçlama planladılar ve ... lahanalar kurtuldu... oleyyy, becermiştim.. :))

Bu duygular... anlatırken bile keyiflendim.... kendinle barışık olmak.... uğraşmak.... becerdim diyebilmek.... başarının tadı.... kendine güvenmek ve kendini savunmak.... kıskanmalara değil, bir şeyler yapmaya ve başarıya odaklanmak, arkadaşlık, adil olmak, saygı duymak ve saygıyı haketmek, küçükleri korumak, racona uygun davranmak, bir duruşu olmak, düş kurabilmek, düşleri kovalamak, yaratmak...... ve daha neler neler.... bunları sokakta öğrendim ben.... nasıl üzülmem şimdiki apartman çocukları için... ne büyük eksiklik... şehirde çocuk olmak.... bence büyük şanssızlık....

Peki ya içimizdeki çocuk.... o da başka yazının konusu olsun....
şimdilik bu kadar.... sevgiyle.....hadi çocukluk düşlerine :))) iyi pazarlar olsun.....


11 Şubat 2012 Cumartesi

Bir şeyi dilemek, elde etmekten daha güzel olabilir mi?

Ve bir tek adım kalmıştı...
Son bir adım....
Hayır dedi taa derinden bir ses "HAYIR YAPMA"...
Aynı ses sordu,
Titrek ve tereddütlü...
Ya ulaştığında,
Hayal biterse...
Alma eline, dokunma, senin yapma...
Bırak hayali kalsın öylece..
Nasılsa,
Dokunmak,
Bir adım yakınında...
Hiç bir hayal ölmez ulaşılmazsa...
Zenginleşerek büyür düş dünyasında...
Meze yaparsın hatta,
Şarabının, keşkelerinin yanına..
İlham olur akar damla damla...
Her gözünü kapadığında senin olur hayalin..
Tükenmez, tükenemez olur..
Ölümsüz olur..
Yaşarsın hayalinle..
Dokunma, yok etme, yapma, durrr....

Doğru olabilirmi bu... bir şeyi düşlemek elde etmekden daha güzel olabilirmi.... ya değilse, ya biterse, ya incitirse ya da en kötüsü tümden yok olursa diye diye....çok istesek de... o son adımda durduğumuz olur mu.... bunun adı ne...korku mu... gerçeklikten kaçış mı... bencillikmi...adı var mı....

Düşlerin yumuşak pastel rengi, gerçeğin keskin hatlarıyla başa çıkabilirmi.... hangisi daha güçlü.....yada tam tersi...

En özgür anlarımızdır hayal kurma anları...süsleme...isteme....renklendirme...gözde canlandırma... olmuş gibi düşünüp kendimizi de bu dünyaya katma ...gözleri kapayıp hissetme anları... peki ya gerçek... asıl gerçek başaçıkabilirmi bu düş dünyasıyla.... hangi gerçek, düşler kadar mükemmel olabilir yada sürdürebilir bu büyüyü... mümkünmü....sanki imkansız...adı üstünde "çıplak gerçek"... tülü, büyüsü, hülyası yok... neyse o ... o kadar... bu ürkütüyor gibi bilinçaltlarımızı....

Okuduğu bir kitabın filmini izleyip de hayal kırıklığı yaşamayan varmıdır..olsa da çok azdır herhalde... hele bir de çok sevdiysek kitabı... düşlerde gezer gibi bir görsellik yaratarak hayalimizde, bir de içine girdiysek... bazen kişilerin yüzleri bile olur kitabı okurken, mekanlar canlıdır soluksuz sayfalarda.... sonra.. bir yönetmen kendi görseliyle canlandırır kitabı, filmi çeker... mekanlar da, yüzler de, ifadeler de farklıdır bizim düş dünyamızdan.. uymaz...uyması da çok zor değilmidir.... herkesin düşündeki sahne kendine....

Birde tabii bu konunun cinsler arasında da farklı algılanması olabilir...Sanırım yukarıda anlattıklarım oldukça hatunca düşünme tarzı...  erkekler için zaten herşey "neyse o" değilmidir... hayal dünyası ya da düş dünyasında bu kadar gezme fikri bile yorar onları... hele "ya değilse, ya değişirse, ya tükenirse" diye istemekten bile vazgeçermi bir erkek... yok yok... bu çok karmaşıktır onlar için.... tabii ki istisnalar kaideyi bozmaz... yine de bu düşünme tarzı standart bir erkek için fazla komplekstir.. onlar böyle labirentli düşünmelere gelemezler.... sonuç odaklı olan erkek yaklaşımı ile süreç odaklı kadın yaklaşımı arasındaki temel farklardandır bu da... bence yani :))) ya sizce....
Sevgiyle......


6 Şubat 2012 Pazartesi

Hüzün eksem toprağa....çiçeklensem baharda :))

Güneşli hava sürüyor... Ancak henüz toprak kokmaya başlamamış... Terasda tüm bitkilerim boynunu bükmüş, çok üşümüşler besbelli karlı günlerde... güneşe bakıyoruz birlikte... sanal bir ısı yayılıyor sanki yukardan...hiç birimize yetmiyor henüz ısısı...onlar da ben de baharı özlemişiz... bu kış daha çok uzayacak deniliyor... daha da sertleşecek hatta....daha çok üşümek var yani, hepimize...

İçimde benimle köşe kapmaca oynuyor hüzün... hep battaniye altında oturasım, elimde kitabım, demlikle kış çayı, çayımın odaya yayılan tarçınlı kokusu, ekranda digital şömine ( he he, bakın bunu çok seviyorum, Digitürk müzik kanallarında kışın şömine görüntüsü var... hele bir de güzel bir müzikle...mmmm...gerçekten deneyin derim)... öyle mırıl mırıl oturasım... sarı sonbahar yapraklarının, dik yamaçlara vurarak köpüren deli denizin, kar yağışında bir kuytuda saklanmış, yalnız bir serçenin resmini çizesim var... alçak sesli, biraz bulutlu, pastel renkli kış günlerindeyim... tüm bunları anlatasım değil yazasım var... hoşuma da gidiyor bu halim... rengi solsa da ısrarla vazgeçemediğimiz el örmesi koca ev hırkası gibi hüznüm... yumuşak, solgun, durgun, şefkatli ve anlayışlı...sessiz...çok bildik...çok benden gibi...
İçimdeki hüznü ekip terasımdaki ıslak saksılara, baharda ilk tomurcuklarla yeniden çiçekleneyim diyorum bir yandan da...yani; hüzün ekip neşeli çiçek biçmek gibi bir planım  bile var :)) olurmu ikisi bir arada.... oluyor işte.. olmalı da... yoksa ben daha uzun taşıyamam ki hüznü adabıyla...sıkılmadan sıkmadan :)) işi tadında bırakmalıyım.. yoksa ayıp olmazmı neşeyle tomurcuk veren toprağa, sanal değilde gerçekten ısıtmaya başladığında, güneşe....ayıp olmazmı " sanmayın ki yıkıldık, sanmayın ki kuruduk, biz sadece sonraki bahar için yaprak döktük" dizelerine... kurumak yok, vazgeçmekte... tüm hüzünler umut tohumları olsun, ekelim onları itinayla...koruyalım soğuktan kış boyu..sıcak battaniyelerin altında.... ve dinleyelim sessiz çığlıklarını cesurca boyveren taze umut fidelerinin... yok yok hüzünlerimizden yeniden doğalım biz...

Hadi canım daha neler demeyin... deneyin hadi.. ekin hüzünlerinizi birer birer... iyimserliğe inanmayan Polanskiye inat...... tıkanmalardan sıyrılarak sessizce.... ekranımızın kontras ayarlarıyla oynamaya başlayalım yavaştan...canlansın renkler..... acele yok....gözlerimiz kamaşmasın.... avucumuzda kapattığımız her ne ise....sıkı sıkı tuttuğumuz özenle... açıp bakın önce...elde olan ne... neyle neyi toplarsak ne eder.... çarpanları da bırakalım bölenleride...eldekini derleme toplama vakti... hüzün tohumlarından mut yeşertme vakti....nasıl mı.... biliyorsunuz aslında... hadi ama.....sadece yapın artık... cesurca....

Sevgiyle... hüzün de iyidir neşede....tabii adabıyla...tabii birarada...... sevgi hep bizimle olsun...:))

5 Şubat 2012 Pazar

İstemek mi?.....ne demek?...

Çok sıradan, çok günlük.....bir o kadar da iddealı dimi....

Su istiyorum demek gibi mi, yaşamak istiyorum...... zengin olmak istiyorum demek gibi mi ressam olmak istiyorum...... istediklerimiz, tutkularımız, istemediklerimiz, isteyemediklerimiz, istemeyi bilmediklerimiz.. istemekten vazgeçtiklerimiz.... isteyecek kadar istemediklerimiz.....

İstemek için öncelik..."istenecek şey"......ve isteyen kişi......yani birey ve istediği.....ortaya koymak, açık....en azından kendi içinde net.......bir risk alma durumu....olmama olasılığını da kabullenip ya da hiç görmeyip....oyuna girme durumu....İstemek.... beyan etmek....kendine yada çevrene....peki ya sonra... ya olmazsa....alamazsan...ulaşamazsın....bir acı, bir yenilgi, bir kızgınlık, bir kırgınlık durduk yerde.....o halde.............

İstemek......aslında beyanla beraber bir harekete geçme durumu....istemek=aksiyon......kişi isterse diyor çekim gücü inananları....yeterince isterse....istediği gelir bulur onu...hatta diyorlar...bir şey dilerken dikkat edin "ya olursa" :))... öyle yada böyle..."ben istiyorum" demek...buradayım, istiyorum ve bu yolculuğa varım, harekete geçtim bile demek..... gerçek bir iddea durumu....eyvah ki ne eyvah...hazırmıyız acaba....

Oysa, imkansızı istemek; olmayacağı baştan belli diye baştan kabul etmek... affetmek gibi kendi edilgenliğimizi.... baştan yenilgiye özürüyle hazır olmak...evet en kolay isteme yolu, imkansızı istemek....kıpırdamaya bile gerek yok... bu maç zaten oynanmayacak.....imkansızı istemek..... meze gibidir rakı sofrasına..... dertlenmek için iyi gelir hatta....

Peki istememek..... yenilmemek için önce kendine.... kırılmamak için bir daha.... vazgeçmek tümüyle...... risk almamak hiç bir daha...... "istemiyorum" umlara sığınmak......... bilinçaltını bile bu öfkeyle susturmak...hayır gerçekten istemiyorum........ bu maça hiç çıkmıyorum.... kimse yada hiçbirşey beni acıtmayacak artık.... ama asıl yenilgi bu değilmi gerçekte?

Birde.....pek sık görülmese de.... tutkuyu bile kaybedebilir insan... kaçar anlam tümüyle..... artık istese bile... isteyecek kadar önemsenemez hiçbir şey.... işte bu maç için alan bile kalmamıştır sonunda..... istemeyi özlersiniz.... tutkuyu... o cesur başkaldırmaları..." ben varım ve istiyorum" demek ister bir yanınız... peki ama neyi..... işte kaybetmişliğin dayanılmaz hafifliğinin sonu....artık istemeyi bile beceremezsiniz.... bir çok başka oyunla avunursunuz, anlamı size sorgulatmayacak.....

İşte....bir istemek dedik nerelere geldik....
Cesurmuyuz isteyecek kadar....
Korkusuzluğumuz yeterlimi.....buradayım diyecek kadar.....
Enerjimiz kaldımı bu yolculuğa çıkacak kadar....
Kendimizi seviyormuyuz...ben buna layığım diyecek kadar....

Kimbilir belki de.....
Hadi hala vakit varken....vazgeçmeden.... baştan kaybetmenin, dayanılmaz çekiciliğine rağmen......
Denemek gerek...belki de hemen....

Sevgiyle :)




3 Şubat 2012 Cuma

Sıradan bir kış günü....

Haberlere bakmayı canım istemedi... kar da durdu.... şimdi kardan kalan çamur izlerinin vakti.....kar altında gizlenen ne varsa fazlasıyla ortaya dökülüyor bir bir..... daha bir kararmış, daha bir kirlenmiş gibi etraf.... ya da beyaza alışmış gözlerime daha bir gri görünmeye başladı lekeler....

Uzun geceler de bitsin artık diyor içim.... ışığı, güneşi özledim ben.... aydınlık insanıyım bir şekilde..... güneşi uzunca görmezse gözlerim, ruhumun griliği artıyor...renkleri soluklaşıyor algılarımın...nedensiz bir hüznün gönüllü esareti sanki.... sabahtan başlıyor bu duygu durumu....her yapılanı bir teselli gibi hissediyor bünye....bir alçak sesle konuşma eğilimi ki sormayın...aman ürkmesin hüzün.... kabuklarını bile kaşıyamaz oluyorsun kuytuda....yeni kanamalara hiç de hazır değilsin... tarçınlı portakallı bir çay kokusunda sarmalanmak, polar battaniye gibi saklanmak altına kışın....ve her türlü hüzne açık bırakıp kapılarını...dahası için hatta.....alçak sesli duygulara var izin.....

Bulutlu ruh durumundayım yine...... güneşi özledim....ama biliyorum ki....güneşli günler yakın....siz bu soğuğa aldanmayın :))

1 Şubat 2012 Çarşamba

Ve içimden YAZMAK geldi....

Aynen de öyle vallahi..... yazmak devamlı...anlatmak anlatmak.....ne mi...bilmem...herhangi birşey olabilir aslında... bu öyle bir hiski...sanki çok ilginçmiş gibi...sanki herkes de işi gücü bırakmış bunu bekliyor gibi... çok da umurundaymış gibi :)).... sadece benim..... biliyorum... olsun... kendimle konuşur gibi.. kendimi bulmuş gibi.... belki hatta belli mi olur...benim kendi yolculuğumda misafirler olabilir ara ara... izlerler...yolculuk ederler benimle birlikte..hatta hatta itiraz eden olur..kızan olur ciddi ciddi... bakarsın burada...bir duygu da bir yazı da...ben ya da bir diğeri... işte aynen de öyle olur :)) ya da ne iyi geldi.. tam da zamanında olur:)) belli mi olur...
Sevgiyle...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...