31 Mayıs 2012 Perşembe

Denizin kabukları ve tarihi fosil çaydanlık :))

Merhabalar....

Denizin cömertçe sunduğu enerji.... "işte bu" derdirtir insana her defasında.... iyi gelir her zaman.. iyi gelir, hem de nasıl :))... aldım enerjimi bir defa daha, doya doya .... seyrederken, yüzerken, gözlük palet dolaşırken ve su altında kahkahalarla güldüğüm anlarda...... yüzlerce kere gönülden teşekkür ettim denize, doğaya.... hep hissettiğim gibi, yine içim güldü, yüreğim coştu, yundum yıkandım, tazelendim... tebessümlerim sığmaz oldu yüzüme, taştı kahkaha oldu.... o derin mavide hissettiklerimi sizlerle paylaşmasam olmazdı :))

Orhaniye'deydim yine... Sıcacık dostlukla kucaklandım... Martı Marina, Selimiye, Sığ Liman, Bencik... ne çok özlemişim...her taraf rengarenk çiçek içinde...mavinin de yeşilin de en güzel zamanı bu ay... narlar kıpkırmızı şımarık çiçeklerle donanmış öbek öbek...sarı, beyaz, pembe renkler taşıyor her yerden...

Yine de en güzeli denizin deli mavisi, laciverdi... içinize girer başköşeye kurulur hemen deniz.... denizdeyken ben, bir şekilde kendimi "evde" hissederim... maviyi alırım deniz kokusuyla bir... içimdeki ulaşamadığım, hatta göremediğim tortular bile vedalaşır benimle,hafifler, tazelenirim.... deniz bana gelir, hücrelerimde özsuyu olur... tüm enerjisiyle hem de :)) işte öyle....

Su daha serince, hava ılık... her yerde yağış varmış bu hafta sonu, buralar parçalı bulutlu... biraz çekinerek, tereddütle de olsa bir cesaret atladım suya... önce bırrrrr olsamsa da, kısa sürede uyum sağladı bedenim... hahahaha becermiştim... sudaydım... yüzdüm, yüzdüm yüzdüm.... bir keyif yaşadım ki, tarifsiz.. :)))


Sığ Liman ve Bencik koylarında denizin kabuklarının, balıklarının, yosunlarının, süngerlerinin içindeydim... bir görsel şölen ki... bilmem nasıl anlatsam... su henüz ısınmadığı için sanırım, özellikle Bencik'te,

Öyle çok balık vardı ki etrafımda, o koydaki avlanma yasağının da etkisiyle, rahat rahat salınıyorlardı... levrek, kefal, çupra, karagöz, mercan ve daha niceleri.. küçüklü büyüklü... ürkek ama meraklı... önce kaçıp sonra geri gelerek merakla bakıyorlardı bana.. ya bu da kim diye :)).... ben içi boşalmış kabuk vs toplamak için taşları kaldırarak eşelendiğimden.. onlarda sebepleniyorlardı açığa çıkanlardan... koca bir yengeç önce kaçmaya başladı önümden hızla... sonra kendi renginde bir kaya bulup ona yapıştı ve hareketsiz durdu öylece :)) canım yaaa... saklandığından öyle emindi ki... sonradan orfoz olduğunu anladığım irice mağrur bir balık, kavuğunun önüne çıkmış bana bakıyordu yine.. fazla da kaçmadı benden.. dalıp çıkıp yanına kadar gittim... göz göze kaldık uzun süre... ah bir fotoğraf makinem niye yoktu ki yanımda.... işte öyle... sanırım balıklar fark ediyor elimde zıpkın olmadığını, rahat rahat dolaşıyorlar etrafta sere serpe...
Sedefli kabuklar
istiridye içi
Belimde kabuk çantam dolaşıyorum ağır ağır.... uzaktan bakınca yer yer yosun adacıkları, kum yada taşlardan açık kahve düz bir örtü ile ıslak bir çöl gibi görünse de suyun altı, yakından bakınca ince ince inanılmaz renkli ve heyecan vericidir her zaman... yakın bakmak gerek, bakmak yetmez görmek dokunmak gerek... öyle bir gizli dünya ki... sır gibi saklar güzelliklerinin çoğunu... hissetmek, sevmek gerek... tıpkı insan gibi, tıpkı hayatın içinde gizlenmiş benlikler gibi işte... bakmak yetmez, görmek gerek...

Birçok renkli taş, terkedilmiş istiridye, mercan, içi sedefli narin kabuklar toplaya toplaya dolaşıyorum... aslında üç boyutlu, arkada sulu boya su altı resimleri önde çeşitli su altı kabuklarından oluşmuş panolar için topluyorum bunları... üzerine kabuk yapışmış taşınabilir taşları da arıyor gözlerim... yine yavaş yavaş dolaşarak bakınıyorum etrafa....

Taşların arasında bir öbek fosilleşmiş kabuk çarpıyor gözüme.. çok da derinde de değil.. en çok 2-3 mt.. dalıp baktım.. hareketli.. hafif bir taş olsa gerek dedim, ben bunu çıkarırım... dala çıka önce etrafındaki taşları temizledim iyice... son bir dalışla görünen ucundan tuttum çıkardım dışarıya.. tabii ciddi bir çamur-kum karışımı bulandırdı suyu hemen... önce göremedim aldığım şeyi.. ama hafifti şaşırtıcı şekilde... sonra biraz yüzüp temiz sulara çıktım.. elime baktım... aaaaaaa.... bu ne... nasıl yani... hahahahaha.... inanılmaz.... bu bir demlikti.... inanılmaz... fosilleşmiş bir çaydanlık.... bakarmısınız evrenin hediyesine... kimbilir kaç yıldır oradaydı... ve deniz, tabiatın gücü örtmek ve içine almak için çabalamış tümüyle kabuk kaplamıştı... sadece sapı ve gagası görünüyordu o kadar.... bu sanırım şimdiye kadar su altından çıkarttığım en ilginç objeydi.... öyle çok güldüm ki suyun altında yine bol bol su yuttum tabii çaresiz... ama kimin umurumda....
fosil çaydanlık
 
Belimdeki çantada taşlar, kabuklar ve tarihi fosilim ile döndüm tekneye... yüzümde kocaman zafer tebessümüyle kameraya poz bile verdim gururlu, mutlu...... teşekkürler doğa, deniz, evrene.... öyle keyiflendim ki, öyle tamamlandım ki yine...
Ve teşekkürler hayat sana verdiklerin için bana :)))))




Özel Not: Teşekkür Berna abla ve sevgili fotoğrafcım Aykut abi.... sizlerle olmak çok güzeldi.... ortancanız öpüyor kocaman.... sevgilerimle

26 Mayıs 2012 Cumartesi

Denizden aldım enerjimi :))


Denizin üstündeyim yine... dalgaların sesi... suyun şıkırtısı... etraftan gelen bahar kokuları... özlemişim, çok özlemişim Hisarönü'nü....

Hava serinle ılık arası... kimin umurunda... güneş utangaç... sık sık saklanıyor bulutların ardına... ama bir yandan da meraklı... hızla çıkıp çıkıp göz atıyor etrafa...

Deniz saklamış güneşin baharda verdiği sıcaklığı... önce çekinsem de ilk ayağımı soktuğumda üşürüm diye, çağırdı beni... korkmadan gir, gel, hoş geldin memleketine... korkma üşütmem seni... sakladım güneşi içimde....

Bıraktım kendimi denizin koynuna... hafif serince olan o masmavi sulara... sonra kucaklaştık hasretle kavuşan sevgililer gibi... yüzdüm, eğlendim, hoş buldum dedim doyasıya....

Nasıl özlediysem Hisarönü ve Orhaniye yi... bir o kadar özlemişim denizi... serin suları seven boru çiçekleri.. şıkır şıkır billur bir su.... hahahahaha.... evimdeyim yine.... mutluyum her zaman ki gibi... suya kavuştum ya... denizden aldım yine enerjimi.... dokunmayın keyfime :)).... sevgiyle.....





23 Mayıs 2012 Çarşamba

Dertli Çileklerim :))

2000 li yılların başında, 5 arkadaşımı da kandırıp, silivrinin köylerinden birinde bir çiftlik evi kiralamıştık... bahçecilik oynayacak, keyif yapacaktır.. maksat muhabbet olsa da... ne fikirdi ama :))

Halimizi görmeliydiniz... sanki tüm çiftliği ekip biçebilecek gibi, (6 dönümdü) ilk hafta sonu belkide tüm köye yetecek tohum ıslatıp hazırlamıştık... tabii biz sadece küçücük bir alanın toprağını bile 2 gün debelenip anca hazırlayınca, tüm o ıslatılmış tohumlar da çöpe gitti... daha sonra biraz daha uğraştık, bir kaç sebze fidesi falan diktik ama boyumuzun ölçüsünü de almıştık aslında... uzaktan kumandalı ve sadece hafta sonu kullanmalı bir kır evinin pek de pratik olamayacağı ortaya çıkmıştı... bahçe macerası umduğumuz gibi olmasa da çok eğlendik... 2 sezon kiraladık orayı, keyifli sohbetler ettik... paylaşmanın keyfi bir başkaydı her zamanki gibi :))


Bahçe de ev sahibinden kalma bakla ve çilek fideleri vardı.. biz ekmemiştik.. ama hayatımda yediğim en leziz baklalardı.. kaç defa pişirdik.. bir de çilekler ve illaki çilekler.... nasıl lezizdiler anlatamam... kokulu, tatlı... o zamana kadar ben çileği hep şekerle yerdim.. o günden sonra kıyamamaya başladım o güzelim lezzeti şekerle azaltmaya :)) ve hala asla şeker yada krema koymam çileğe...

İkinci sezonun sonunda artık taşınıyorduk... gözlerim çileklere takıldı... kıyamıyordum vedalaşmaya... Birden aklıma geldi.. ya bunlar benim terasda olabilirlermi acaba dedim... bir saksıya 6-7 fide aldım.. dedim " denerim hiç olmazsa"...

Ve o çilekler tuttular... ürediler seneler içinde... pek çok saksıya yavruladılar, her sezon önce beyaz potur potur çiçekleriyle geldiler, sonrada lezzetleriyle... yaz başını kutladık hep birlikte... 2008 e kadar ben ve çileklerim biraradaydık... 2008 de Bomontiye taşındık... teras ve bitkilerle vedalaşma zamanıydı zorunlu olarak.. 10 senedir giderek ne de çok artmıştı bitkilerim.. güller, sarmaşıklar, leylak, hanımeli vsvsvs ve birde çilekler... onları ne yapacaktım.. Arıköyde evi olan bir arkadaşım yetişti imdadıma... Bizim bahçeye koyalım dedi onları.. bahçıvan da bakar.. Tamam dedim.. ve kendim götürüp yerleştirdim hepsini... ama sık sık gidip gelemedim... Bir kaç ay sonra gittiğimde birkaç bitki bozulmuştu.. ve de onca saksı çileklerden hiç biri yoktu... sordumunda arkadaşımın yardımcısı " ya onlar otomatik sulamadan uzakta kalmışlar, biz de farketmemişiz, kurumuşlar, bahçıvan da atmış" dedi... öyle üzüldüm ki ... onca senenin sessiz dostlarydık biz.. az dertleşmemiştim onlarla... yoktular artık.. içim sızladı, kendim de buldum kabahati.. ihmal etmiştim ve sevgi ihmale gelememişti her zamanki gibi... 

Geçen sene yine bomonti de terasları olan bir eve taşındım... artık bitkilerimle tekrar buluşma zamanıydı... ama götürdüklerimin çoğu yoktu.... buraya taşınırken kurtulanlar 2 saksı gül, leylak ve sarmaşıklar...gerisini bulamadım...kurtaramadım... Taşırken kurtulanları arkadaşımın bahçesinden,  baktım köşede bir kaç tane çilek fidesi.. olabilirmiydi.. bahçıvan yaşayan bir kaç fideyi oraya dikmiş oalabilirmiydi.....belki dedim belki bunlar benim çocuklarım.... Birkaç kök aldım...onları ektim gelince saksılara.... evvelki sene 8 ay küçük terası olan bir ev de daha oturmuştum geçici bir süre... küçük teraslı evde de çilek fideleri dikmiştim ama çok da ilgilenememişdim. İşte yeni eve taşınırken hepsi beraber terasın bir köşesinde yerlerini aldılar...hatta tam koyarken terasa onları, baktım bir sürü yeni kol uçlarında minik fideler...onlarca...onları da daldırdım biçok saksıya ve unuttum tümüyle, belki de yine kururlarsa üzülmeyeyim diye.... çok da umudum yoktu çileklerden ve unuttum onları...

Ama çileklerim tuttular, hepsi... geçen yaz başı da şimdi de önce çiçeklendiler sonra çileklendiler... terasın başköşesinde yerleri şimdi... ama yine dertliler... bir çileksever karga var civarda her gün bikaç tanesini taciz ediyor bu defa da....

Benim sevgili dertli çileklerim... dayanın emi... kurtardıklarımdan diyet reçel yapacağım... ve sizi çok seviyorum... :)) siz de istermisiniz :)).....................

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Sırça "kale"... ailem...

Dün akşam uğradım annemlere.... annem açtı kapıyı... babam yatmak üzereymiş... geldi salona.. önce dalgın gibiydi bakışları.... annemin sesine gelmişti.... ama sonra beni görünce... öyle bir aydınlandı ki yüzü... ışıl ışıl baktı, sımsıkı kucakladı beni... gözlerim yollarda hep dedi... bekliyorum gelesin diye... canım babam benim... canımsın sen... sarıldım bende sıkı sıkı...

5 sene önce başladı yavaşlamaya... unutmaları... giderek arttı.... arttı... o dimdik, kendinden emin, akıllı adam, giderek bir çocuğa dönüştü sanki...

Unutuyordu... az önce anlattığını da.... biraz önceki sohbeti de... yeni olmuş şeyleri de.... unutuyor ve çok içerliyordu kendi haline... canım babam benim... öyle üzülüyorum ki bu haline...

Tek şey değişmedi hala... gözlerinde ki ışık.. o da soluklaşsa da bazı bazı... hala o sıcaklık hep var bakışlarında... sarıldığında sımsıkı.. içine almak istercesine... geldiğimde, gördüğündeki sevincin.. o değişmedi... değişmesin de... 

Canım acıyor sana baktığımda... annemim seni yönlendirme çabaları çaktırmadan.. senin kızmaların.. sohbete devam edebilmen için, hissettirmeden tamamlamaları... yine de çok tatlısınız birlikte... annem bir çınar gibi yanında... o iki büklüm haliyle... her gün biraz daha devleşen bir çınar gibi... hep etrafında... giderek daha daha özenli hatta... bunun adı ne... aşk mı... sevgi mi... alışkanlık mı.. yok yok bu başka bişi.. başka bir bağlılık bileşkesi... sen yada ben den öte... biz olmanın yaşlılık hali gibi...

İnsanın anne ve baba algısı seneler içinde değişir mi... değişirmiş...inanın... onlar bir kale gibi başlarda... içinde konfor konfor yaşadığınız... o kale tutsaklık gibi ilk gençlik yıllarınızda.... her fırsatta kaçmaya çalıştığınız.... kale sığınak gibi sonraları, darda kaldığınız da sığındığınız....ve o kale sırça bir köşk gibi en sonunda üzerine titrediğiniz, sert fırtınalarda kaygılandığınız, yıkılacak diye korktuğunuz... aynen de öyle.... ama hep "kale" size aileniz....

Babam 82 annem 79 yaşında.... aslında ne kadar şanslılar her şeye karşın... birlikteler... yaslanarak birbirlerine, deli gibi kavga etseler de devamlı :)) taşıyarak birbirlerini, ve hep var olarak bir diğeri için.... bu şans işte... kıymetli çok kıymetli....

Canlarım benim... iyi ki varsınız... sırçadan da olsa "kale" için teşekkürler size... ben hep olacağım yanınızda... siz de olun emi :))

19 Mayıs 2012 Cumartesi

Dukanlı günlere devam... 8.5 kilo ile vedalaştım :))

Evet, gerçekten iyi gidiyor....

Dukanlı günlere alıştım iyice... uzun bir aradan sonra mutfakla bile barıştım dukan sayesinde... izinli olan gıdalarla yemek yapmak ve bunları çeşitlendirmek... bazı tarifleri denemek... inanın oyun gibi... ben çok eğleniyorum... sıkılmadan, acıkmadan, diyete devam ediyorum....

Bunca diyet denedim.... son zamanlarda artık diyetteyim demeden, doğru beslenmeyi seçtim diyordum... ama son bir hamle yapıp biraz daha vermem gerekiyordu... işte orada zorlanıyordum... dukan bu duraklamada çok işime yaradı...

Hafta başı kan testlerimi de yaptırdım... her şey yolunda... sağlıklıyım yani... bizim hekim arkadaşlar ile diyetisyen arkadaşlar çok inanamasalar da... bu rejimi dikkatli yapınca vitamin desteği falan da almadan gayet kolay ve sağlıklı uygulanabiliyor program...

Hiç aç kalmıyorum....

İzin verilen yulaf kepeği ile krepler, lahmacunlar, beşamelli tavuklu ıspanaklı krep pastaları ( bu 3 ü fotolarda olanlar), kekler, kurabiyeler.... tabii et yemekleri.. somon, soteler, tavuk yemekleri vs vs vs binlerce çeşit üretilebilir....

Diyeti ve yaptığım yemekleri aralıklı burada, günlük olarak da diğer blogta yayınlayacağım ilgilenenler için... (http://budefadukandiyeti.blogspot.com/ )
ben pek keyifliyim inanın...

Darısı kilo verme ihtiyacı olan herkesin başına diyelim....


Sevgiyle :)))

17 Mayıs 2012 Perşembe

Geçmişte bahar temizliği....harika ya :))

Bazen bahar temizliği yapmak gerekiyor geçmişte.... aynı prensiplerle yani.... bozulmuş, eskimiş, tozlu, soluk, küflü ne varsa vedalaşmak... hani "resetlemek" diyorlar ya, ya da "format attırmak" " fabrika ayarlarına dönmek"... eh bende daha lirik tarzı sevdiğimden " bahar temizliği" dedim adına...

İşin özü döküntülerden, tortulardan kurtulmak... geçmişi eşeleyip deşelemek... ne var ne yok.... fark ederek, vazgeçerek, affederek yürümek... yada en azından önemsizleştirmek bilinçli olarak.... artık yeniden etkin olmalarına izin vermemek... nötr hale getirmek gerideki tüm acıtmaları....

Bunun için bazen bir durmak gerekiyor....soluklanmak... durup düşünmek... neredeyim..... nereden, nereye.... neleri taşıdım bu günlere ve neler hala bir sızı en derinimde...yarım kalmışlar, tamamlanmayı bekleyenler, solmadan halen acı veren resimler, boğaza takılı anılar, ötelenmiş umutlar.... beklentiler, planlar.... daha neler neler doludur görünmez bavullarımızda... fark etmediklerimiz, unuttuklarımız... zaman zaman yeri geldikçe yüzeye çıkıveren... hazırlıksız gelen tepkilerimiz... hatta şaşırdıklarımız... ne çoktur aslında.....

Bunun için bir yöntem öneriyorlar... evet olabildiğince geçmişe döneceksiniz....hayatınızda iz bırakan kişileri düşüneceksiniz ve bunlardan itibaren günümüze gelene kadar sizce önemli olan yada unutamadığınız acı tatlı hep hatırladığınız.... öyle yada böyle etkisinde kaldığınız kişilerin bir listesini yapacaksınız.... önce onları teker teker yazacaksınız... onlara konsantre olup anıları hatırlayacaksınız... yaşananları bugün ki bakış açınızla değerlendirip güncelleyerek yeniden kaydedeceksiniz.. kişi kişi bu çalışma yapılacak.. bir de yine hatırladığınız ilk anlardan başlayarak.. zorlayarak, sizde iz bırakan anılar içinde aynı yöntem..." hatırlama, yeniden değerlendirme, güncelleme, kabullenme, nötr etme" çalışmaları yapacaksınız.....

Ben başladım... kısa bir çalışma değil... zaman alıyor... bazen  şaşkınlıkla izliyorsunuz beyninizden, derininizden akanları... kelimeler, cümleler birbirini çekiyor bazen, siz sadece yazıyorsunuz... yazıyorsunuz... hayretle, öfkeyle, acıyla....sonra sakinleşiyor sözcükler... daha çok "ama" yazar oluyorsunuz... evet ama' larla başlıyor temizlik faslı...:)

Bazen ıslak ıslak, bazen tebessümle yazıyorum... daha hoşgörülüyüm artık onu fark ediyorum mesela... daha çok anlayabiliyorum o günlerde yaşananları... hak veriyorum...  karşımdakinin koşulları konusunda empati yapabiliyorum...

Tatlı bir hüzünle geliyor bazen anılar... keyifli bir yolculuk kısaca...

Öneririm, tüm samimiyetimle... bilanço yapar gibi... eski dolapları elden geçirir gibi... kütüphane ve notları düzenler gibi... baştan gözüm korkmuştu benim de... ama inatla ve itinayla hatırlamaya çalışıyorum tüm detayları artık... hafıza ne tuhaf bişi.. bir ucundan yakaladınız mı duyguları, önce fotoğraf fotoğraf geliyor yaşananlar, sonra film şeridi gibi... acı tatlı yaşananlarla.. iz bırakanlarla.. hala bizimle olanlarla....

Benim yolculuğum sürüyor... giderek daha keyif alıyorum... inanın hafifliyorum... bayıldım ben bu bahar temizliğine.... şiddetle öneriyorum... gerçekten.. tüm samimiyetimle...:))

Sevgiyle :))

15 Mayıs 2012 Salı

"SEKSENLER" ile 80 yılına gittim....

Uzun zamandır TV de bir şey izlemiyorum... hele dizilere itinayla bulaşmıyorum... bir arkadaşım bahsetti "SEKSENLER" dizisinden izledim...o küçük detaylar..gerilere gittim...öncelerime, çok öncelerime hem de....

Tıp fakültesinin 1. sınıfı Beyazıt'taydı o yıllarda... FKB yılım... Hukuk ve Siyasal öğrencileriyle birlikteydik.. sene 80... ne günlerdi... dizideki geri dönüşlerle eş zamanlı ara ara gittim ben de... puslu bulanık, kahverengi beyaz görüntüler gibi... çınar altı, laleli, buhara cafesi, amfimiz... saatler süren tartışmalarımız, siyasaldakilerin "şu lümpenler" der gibi bakmaları... polisli, jandarmalı, cemseli yaşanan, silahların gölgesinde büyüttüğümüz gençlik hallerimiz...

Ben ondan öncesinde, bir sömestir İTÜ maden fakültesi metalürjide okumuştum...sene 79.. Ünv. sınavında kazandığım, heves heves açılmasını beklediğim okulum Kahramanmaraş olayları nedeniyle şubatta, o da sadece yine 1. sınıflara açılmıştı... ilk gün tanışmıştık "forum" toplantılarıyla... ürkmüş civcivler gibi sokularak birbirimize... abilerimizin ablalarımızın o yüksek tınılı konuşmalarını.. sloganlarını.. haykırmalarını dinledik... Kimisi bir misyoner ciddiyeti ile biz "lümpen" takımının gönüllü eğitmenliğini üstlendi..  forumlar basıldığı zaman o eski maçka binasında nerelere saklanacağımızı, koşarken çarptığımız eli silahlı askerlerin yerlerini, okula uzaktan bakıp "evet bu gün gitmeyelim" kararımızın çoğu defa ne isabetli olduğunu öğrendik zamanla....

İTÜ den sonra Tıp Fakültesini biraz yadırgasam da...  benzer hava, fazla gecikmeden tıpta da hissedilmeye başladı... evet, taraf olmalıydık... fanatik hemde.. beklenen buydu... öteki olmadan sıradaki olunmuyordu... ortada kalanlar ağır eleştiriliyor, akıl-fikir fukarası muamelesi görüyordu.. okuyor, okuyor... tartışıyor, tartışıyorduk... her yerde, hepimizde az yada çok benzer bir hava vardı.. gündemlerimiz ne kadar da farklıydı.. biz uzayda bir yerlerde mi yaşamıştık o günleri...

Şubat tatilinden yeni dönmüştük, aldığımda haberini... bir çuvalın içinde bulunmuştu cesedi... "insanın aptalı doktor, doktorun aptalı cerrah olurmuş" der, bir o kadar da cerrahi isterdi... yüzünden gülücüğü hiç eksik olmaz, o ateşli tartışmalarını hep çapkın yaramaz bir gülücükle tamamlardı.. severdim dinlemeyi onu... samimiydi, inanıyordu söylediklerine... her birimiz gibi... ama o... evet o.... inanamadım.. uyuyamadım uzun süre...

Bir kabusum var o günlerden kalan... çuval ve ölüm denilince; çocukken dinlediğim Antalya'da "Kadın Yarı" denilen çukura atılan kadınların hazin öyküsü gelirdi benim aklıma. Aldatan kadınları bir çuvala koyar, içine kedileri koyar ve uçurumdan atarlarmış. Benim aklımda böyle kalmış ne kadar doğru ne kadar yanlış bilemem... çocuk aklı ve düş dünyası işte.... çuval ve ölüm, beynimin ücrasında kedilerle eşleşivermiş... çuval ve kediler... o günlerin hediyesi bana bu abuk rüya... belki de kedileri de ondan hiç sevemedim... onlar da beni tabii :))

İşte öyle.... diziyi seyrederken öyle bir dalmışım ki... baktım ki dizi beni seyretmiş uzun süre.... o günler... sadece geçmiş gençlik günlerine mi bu hüzün... hayır....biraz geçmişte ki yaşanmamışlıklara, biraz o günlerde inançla savunulanların hovardaca harcanmasına, günümüzde yaşananlara.... ve daha dahasına....

Umutlar tükenmesin... yine de... her şeye... herkese rağmen.... akıl, sağduyu, doğru; su gibidir... sürekli tersine akıtmak ne mümkün.... dimi ama....

Sevgiyle..............

12 Mayıs 2012 Cumartesi

Acıyı paylaşmak kolay, peki sevinçleri?

"Yüreği kocaman olmuştu.... ayakları yere değmeden sekiyordu sanki... dudaklarındaki çapkın gülüşü saklayamıyor, kendine yönelen şaşkın bakışları görmezden gelerek yanakları allanmış yürüyordu... arada ıslık çalarak, arada kahkaha atarak sessiz;               - inanamıyorum.. gerçek olduğuna inanamıyorum... diyordu... her hücresinden dışa akmaya çalışan bu duygu.. keyif mi? mutluluk mu? yok yok yetmiyor bu sözcükler.. ne kadar anlatsa kendine doğru kelimeyi bulamıyordu.. anlatıların hepsi kifayetsiz manalarda takılıydı.. daha çok dedi, çok daha çok gibi... akıyordu çağıl çağıl... şakıyordu yüreği pır pır... anlatmalıydı... birilerine anlatmalıydı... 


Başladı anlatmaya... kelimelerin yetmezliğini göze alarak... anlattı.. anlattı... coşkusunun yansımalarını aradı gözleri.. kendinden akanın artarak yankılanmasını bekliyordu yüreği... bunu tam da hissedemedi... başka detayları unutmuştu tabii.. önemliydi.. tüm detaylar çok önemli...yine anlattı anlattı... baktı, hissetmeye çalıştı, duymaya çalıştı coşkusunun yankısını.. yok yine olmamıştı.. bu defa biraz gölgelendi... kendi atladığı neydi... tam anlatamamış mıydı yoksa... yüreği acabalandı.. coşkusunun katlanacağından emin gönlü bulutlanmıştı... paylaşamamak acıtmıştı hafiften... ayakları yerdeydi artık... yüzündeki çapkın gülümseme yerini şüphelere bırakıyordu yavaştan... dinlese miydi emin değildi söylenenleri... ama değil böyle değil diye haykırdı tekrar tekrar... olmadı, karıştı... rüya ülkelerinden yerküreye inişi sert olmuştu....


Sonra bir anda fark etti... karşıdan gelen anlattıklarından bağımsız sürüyordu.. sanki - hadi canım abartma, ne var ki bunda... sen mi yani'ler geliyordu sesli ya da sessiz... paylaşamadı içindekini... onun için sevinemez miydi karşısındaki.." 

Mutluluğu paylaşmak, çıplak... bu kadar mı zordu... illa olmaması mı gerekiyordu.. illa yalan yere mutlu olduğunu ispat için bu uğraş niyeydi.. anlayamadı... kıskançlık mı... niye ben değilimler mi... bilinçli yada bilinçsiz aşağı çekme kararlılığımı bu? neden peki... sevinçleri, başarıyı, mutluluğu paylaşmak imkansız mıydı....

Oysa acılarını paylaşırken kucak açan ne kadar çoktu... her tesellinin ardında gizlisinde - iyi ki ben değilimler olsa da, yine de iyi geliyordu... acıyı paylaşmayı seviyordu hemen herkes... ilgiliydi hatta sıkıntıları paylaşmalara... herkesin öbek öbek aklı fikri vardı verecek, acılar söz konusu olduğunda... teselli, okşama, destek olma çeşitlemeleri içinde acıyı paylaşmak iyi hissettiriyordu paylaşana da.... kolaydı acıyı paylaşmak herkes için.. hatta yararlı... anlatan rahatlıyor, teselli buluyor, dinleyen ve akıl veren de "iyi ki ben değilim ve ben ne iyi, bilgili, yeterliyim" çıkarımlarıyla tatmin oluyordu... alan razı veren razı bir durum yani...

Ama  ya mutluluğu paylaşmak... yürek istiyordu kocaman... ve pürüzsüz bir sevgi insana dair... sadece karşındaki için mutlu olabilmek... bir alış veriş durumu yok yani... sadece anlatanın anlattığını almak, coşkusuyla coşmak ve ona yansıtmak bu lezzeti, mutluluğu katlamak... çok mu zordu... zordu gerçekten... hatta imkansız gibi... onu yansıtırken kendi mutsuzlukları, başarısızlıkları, keyif eksiklikleri ile sulandırmadan, o duru duyguyu bunlarla bulandırmadan, en saklısında habersiz sakladığı hasislik, kıskançlık, çekememezliklerde dolandırmadan.. sadece içindeki sevgi bahçelerinde gezdirip... coşku ırmağından su katıp karşıya buram buram yansıtabilmek.. bu ne yüce bir meziyetti...

Gerçekten... sevinçleri, coşkuyu, mutluluğu, başarıyı paylaşırken... bunu katlayarak size yansıtan, sizinle uçan.. sadece siz seviniyorsunuz ve iyi hissediyorsunuz diye sevinerek, sevgi vahası içinde sizi kucaklayan kaç kişiniz vardır hayatta?.. hiç düşündünüz mü.. azdır.. tabii ki... ama olması bile bir mucize inanın... bunu hissettiğiniz kişilere iyi sahip çıkın... inanın çok değerli... bulunmaları olmaları bile yeter...farkında olun .... sevgi vahalarınız açık olsun onlara... asla ve asla kaybetmeyin, kapatmayın...

Sevgili sevgi vahalarım; teşekkürler hepinize... iyi ki varsınız... hep olun emi..:))

sevgiyle....




10 Mayıs 2012 Perşembe

Sorun odaklılık.. çözüm odaklılık...

Sorunlar, karışıklıklar, verilmesi gereken kararlar, ötelemeler, sıkıntılar, açmazlar.....

Gözümüzde büyür de büyür atılacak adımlar... aklımız karıştıkça karmaşıklık artar... sorunun merkezini bile göremez oluruz etrafındaki sıkıntı harelerinden... kendinden öte bir sıkıntıya dönüşür olan biten... sorun odağıyla başlayan darlanma, kocaman bir kargaşaya dönüşmüştür kafamızda... içinden çıkılmaz gibi, çıkmaz gibi, açmaz gibi... offf ki offf yani....

Basit çözümler çok yakındadır oysa... becerebilsek sorunları basite indirgemeyi... odağımıza sorunları değil de çözümleri alsak... sorunları parçalara ayırın diyor psikoloji bilimi...  böylece çözüm kendiliğinden gelir yakına... kolay mı bunu yapmak... değil maalesef, hiç değil...

Sorunları mayalamak, dertlerle demlenmek, etrafına hare örmek ve büyütmek... mazoşistçe keyiflidir bazen... başkalarına ağlarken, onlardan önce kendimiz inanıveririz anlattığımız abartılara... niyedir bu sempati empati arayışımız... bir sevilme, onay ve takdir arayışımı? yoksa yapamadıklarımızın ötelediklerimizin aslında yapılamaz, çözülemez olduklarının mı ispatı peşindeyiz... tabii önce kendimize... kısaca pek severiz ağlamaları....

Dertleri paylaşmak bir şekilde daha kolaydır... dinleyenler de içlerinden "allahtan ben değilim bu" deseler de, timsah gözyaşlarıyla eşlik ederler bizim ağlamalarımıza... dertlerde etraf bir şekilde kalabalık olabilir istenirse....

Oysa çözüm yolculukları çoğunlukla yalnız yaşanır...konsantrasyon gerekir, kararlılık gerektirir, içimizdeki güçlü tarafa iş düşer, zor dönemeçler dayanıklılığımızı sınar... yaratıcılık, pratiklik ve esneklik gerektirir... sorunları taşımaktan daha zor görünür gözümüze çözüm yolculuğu.. ötelemek kolayımıza gelir..sonrada ağlamaları sürdürürüz fırsat buldukça...

Çözüm odaklılık zordur...ama imkansız değil... biraz pozitif olmakla başlar her şey.... yapılabilirle devam eder... "ya yapabiliyormuşum gerçekten" hissedilmeye başlandı mı, başarmanın keyfi tüm o mazoşist keyiflerle kıyaslanamaz bile..budur dedirtir :) "evet ya... neden olmasınki"ler gelir sıra sıra... sanki sihirli bir el değmiş gibi, bir çok sorunun çözümünün aslında ne kadar basit olduğunu fark ederiz yolun sonunda... aslında olumlu düşünmeye başladı mı bünye, çözümler de yola çıkmıştır bile....

Sorun odaklı yaşamak bir kaçıştır çoğu zaman, ama mutluluğun başarının yolu çözümlerden geçer... hayatı kolaylaştırmak, olumlu bakışı kaçırmamak ve "yapabilirim"i hiç unutmamak gerekir....

Sorunların bizi aşmasına, boğmasına, üstümüzü örtmesine izin vermeyelim.... inanın çözümler sadece siz inanırsanız, çağırırsanız gelir...

Sevgiyle :))



8 Mayıs 2012 Salı

Bile bile acıtmak...

Neden yapar bunu insan...

Bazen bilerek, isteyerek canını acıtmak ister karşısındakinin... hele iyi tanıyorsa... hele biliyorsa hassas yerinizi... gider bodoslama üstüne üstüne... amacı da sadece odur zaten... acıtmak... adamakıllı hem de.... evet sadece acıtmak...

Hissedersiniz... konuşmasından, ses tonundan, mimiklerinden bellidir... göz bebekleri küçükmüştür... kısık kısık bakar yüzünüze... tüm dikkati konuşmasında olduğundan, beden dili kontrolünü kaybetmiştir ama, farkında da değildir....

Neden peki... kıskançlık mı... incinmişlik mi... ezilmişlik hissi mi....

Agresif duygularda, yani öfke, kızgınlık, köşeye sıkışma gibi hallerde bu pek olmaz.. orada tartışmalar kavgalar bağrışmalar vardır daha çok... acıtmak için konuşmak farklıdır... konuşan kişi çoğunlukla tebessüm eder hatta.. yapmakta olduğunun hazzıyla ve asla önemsemediğini göstermek için... gözlerini kaçırmadan konuşur... etkisini arttırmak için... tüm o tebessüme rağmen... bir tek göz bebekleri ele verir, o küçük kısık göz bebekleri... anlarsınız...

Önce bir şaşırma ve bocalama yaşarsınız... hele sevdiğiniz, kişiliğine saygı duyduğunuz biriyse bunu yapan.... bu şaşkınlık biraz uzun bile sürer... yok canım dersiniz daha neler... yok yok asıl amacı acıtmak olamaz bak dobraca eleştiriyor işte der, özürler bile bulursunuz konuşan için... sonra aniden, anlayıverirsiniz... buz keser içiniz...üşürsünüz... bingooo... başarmıştır karşınızdaki.. hemen hisseder sizdeki değişimi... zor saklar kahkahasını, sesi şenlenir.. gözleri daha da kısılır.. öldürücü darbeyi vurmaya hazırdır artık... siz izin verirseniz tabiii....

Allahtan sık yaşanmaz günlük hayatta... yoksa dayanılır bir durum değildir... en savunmasız anınızda ve en savunmasız hattınızdan gelir bu saldırı.... öylece çıplak yakalanırsınız çoğunda... fenadır gerçekten fenadır... yaşayan bilir... içinizi acıtır... öfke değildir hissettiğiniz... kırgınlık yada kızgınlık da değil.. size sizi sorgulatır.. karıştırır... zayıf hale getirir... işte hepsinin özeti de yürek acıtır..

Ne yapılabilir... fark etmek lazım.. erkenden... o daha öldürücü darbeyi vurmadan birşeyler yapmak gerek sanki... ben hep sonradan düşündüm bunları... bir balık burcu hatunu olarak zaten bu da normal dimi :)) hep önce acıdım, karıştım, sorguladım... sonra içimde püskürttüm saldırganı karşı tezlerle.. ama işte anında diyememiştim maalesef... sonradan hep vahlandım; o sırada neden demedim ve ayna tutamadım diye.... ama siz yapın emi... kendi anlattıkları ve sizde eleştirdikleri aslında kendi zayıf noktaları... ayna tuttuğunuz, onu sorguladığınız anda göz bebekleri büyüyecektir, göreceksiniz.. ve sizi artık acıtamayacaktır.. bunu hiç beklemezler....zaten en iyi savunma da saldırıymış değil mi? siz de ayna tutun, kendine dönsün saldırısı... bence işe yarayacaktır.... denemeye değer dimi :)

Asla hiç kimsenin enerjinizi çalmasına izin vermeyin.... başta kendime söylüyorum tabiiii... :))

Sevgiyle.....

5 Mayıs 2012 Cumartesi

Karşı tepede ateş yakan kızılderili...

Kimden duydum.. nerede okudum inanın hatırlayamıyorum...ama bu kızılderili öyküsünü hiç unutmadım....

Erkek çocuklar ergenlik çağına gelince bir cesaret ve korkusuzluk sınavına tabi tutulurmuş Apaçilerde.... akşam başlarlarmış tırmanmaya... vahşi hayvanların kol gezdiği, sık ormanları olan dik yamaçlarıyla ürküten en yakın dağa gece yarısı tırmanmak ve geceyi dağda geçirmekmiş bu sınav... ertesi sabah döndüklerinde ergenlikleri kutsanır bir savaşçı olarak kabul görürlermiş...

İşte bu tırmanışta oğlanın sevenleri eş zamanlı karşı tepelere tırmanıp ateş yakarlarmış .. - buradayız, korkma, uzakta da olsak yanındayız der gibi... güç verir gibi... sabaha kadar ateşi tazelerlermiş ta ki gün ışıyana kadar...:)

Darlandığımda uzaklara bakarım bazen... ateş yakanları görmek rahatlatır... sıcaklıkları geliverir hemen... dayan kızım derim kendime.. dayan... o ateşler için... ya hiç olmasalar....

Bir sevdiğime ateş yakmaya çalışırım bazen... umarım görür hisseder bakar derim bu tarafa... baksın ve hissetsin isterim.. buradayım derim sessiz... ateşimi tazelerim ta ki onun için gün aydınlanana kadar...

Bazen yanında olamaz insan sevdiklerinin.... ama bence "karşı tepede ateş yakmak" bile başlı başına bir "yanındalık" durumu değilmidir zaten....:)))

Karşı tepede ateş yakanlarınız bol olsun... sevgiyle :))

3 Mayıs 2012 Perşembe

Dukan diyeti .... dikkat edilecekler

Evetttt....
Dünkü yazıda diyetin işe yaradığını söyledim..  çok da anlatmadım aslında teknik olarak.. ama öyle riski olmayan zararsız bir diyet olduğunu da iddia etmeyeyim... bir doktor olarak, bunu da anlatmalıyım öncelikle dedim....

Tabii eğer önerilenleri önerildiği şekilde yapmazsanız riskler oluşabilir... öncelikle su içmek çok önemli.. vücutta proteinlerin yakıt olarak kullanılmasına bağlı keton, aseton, ürik asit gibi metabolizma atıkları oluşuyor.. bunların vücuttan atılması için ve zarar vermemesi için gerçekten bol bol su tüketmek gerekiyor.. zaten insan inanılmaz susuyor...su içmek zul gelmiyor yani merak etmeyin.. hatta benim aromalı çaylara ilgim çok arttı.. tatları bana daha bir hoş gelmeye başladı bu aralar...

Ben kongre molasında bozma cezası olarak ataktan yeniden başladım.. 4. günüm.. ama atak süresini 4-6 günden uzun yapmamak lazım... bu kısa sürede de ciddi zarar oluşmaz zaten...

Yulaf kepeği yine bu diyeti dengeleyen en önemli faktör.. hem posa hem mineral hem B vitamini desteği veriyor... yine sebze günlerinde özellikle C vitamini depoları doluyor.. yani bilinçli tüketmek ve koyu yeşil yapraklı otlardan salata yemek gerek...

Birde önerilen Gojiberry(kurt üzümü kurusu) var.. ben dün tattım. ben beğendim.. tatlı-mayhoş biraz dut kurusunu andıran bir tadı var.. bugün tavuk soteyi yerken yanına bile yakıştırdım.. İnanılmaz bir besin.. antioksidan deposu, kolesterol düşürücü ve E vitamini açısından zengin...aktarlarda malatya pazarında da var...

Kısaca bu diyete eksik malzeme ile başlamamak gerekiyor.. yağ kısıtına uyup hayvansal yağları kesmek önemli.. balık ise ihmal etmeden sıklıkla yenmeli..

İşte bunlara dikkat edersek, yulaf kepeği, sebze günleri doğru sebzeler, gojiberry kullanılırsa ve tabii ki yeterince su içilirse bence bu süreç sorunsuz biter.. güçlendirme dönemi ise bir uyum dönemi olduğundan daha kolay uygulanabilir zaten...inanın kilo vermenin tadını alınca bu iş keyifli bir oyuna dönüşüyor.. ve izin verilen besinlerle yapılabilecek pek çok lezzetli yemek ve yiyecek mevcut.. bu farklı bir mutfak macerasına dönüşüyor sonunda.. yani şimdilik benim için de öyle...

Sonrası mı :))) onları da yaşadıkça anlatacağım canım... ben henüz acemisi sayılırım bu diyetin.. merak edenleri tatmin edecek bir çok blog yada yazı internette.. dukandiyettariflerim sitesini özellikle öneririm... Bu işlere ilgi duyuyorsanız bir bakın derim...... sevgiyle :))

Dukan diyeti ... vallahi işe yarıyor...

Merhabalar...
Daha önce de anlattım.. yıllardır şu diyet işlerine mesai harcarım.. bir alış veriş sürüp gider aramızda.. bazen galip, bazen mağlup.. işte öyle...

Son 3 sene de aslında galip olan taraftayım allahtan.. düzenli olarak bayağ kilo da verdim.. ama son 6-7 aydır tık yok.. sadece bulunduğum kiloyu koruyordum... tam da yeni bir şey ararken tanıştım Dukan diyeti ile. Önce karmaşık ve zor geldi ve vazgeçtim.. sonra yapan arkadaşlarımın da gaz vermesiyle başladım.. evet zor, kararlı olmak lazım..disiplin istiyor... ilk günlerde adapte olmak zahmetli.. ama giderek alışıyor insan.. ve kiloların gidişinin hızıyla da iyice keyifleniyor.. ben sevdim yapıyorum.. 10 gün yaptım 5 kilo gitti.. ancak araya Antalya'daki kongre girince bozuldu maalesef.. döndüm, atak programı ile başladım tekrar.. aldıklarımı verdim ve bugünden itibaren de devam ediyorum...

Öncelikle acıkmıyorum.. vücuda sıfıra yakın karbonhidrat girdiği için, insülin susuyor.. keton da artıyor muhtemelen ve acıkmalar da bitiyor... şimdilik fazla değişik bir şeyler de istemiyor canım.. kardeş kardeş geçiniyoruz haşlama yada ızgara etlerimle.. izin verilen yulaf kepeğinden krepler, peynirli çörekler bile yapıyorum.. aslında internette çok yaratıcı tarifler var.. sıkılınca birer birer uygulama planındayım..

Kısaca protein ağırlıklı besleniyorsun ilk günlerde...sonra yavaşça aralıklı yeşil sebzelere izin var.. miktar kısıtlaması olmadan yasaklara uyarak hızlı kilo veriliyor.. işe yarıyor... gerçekten.. bir de göbekten kilo veriliyor diğer diyetlerden farklı olarak... sanırım metabolik sendromun tersi bir mekanizma ile, karbonhidratsız ortamda öncelikle karın içi yağlar yakılıyor.. bunu hissedince daha bir motive oldum bu zor diyete...

Buradan aralıklı yazacağım diyetle ilgili.. bakalım ne kadar sabredeceğim ve benim Dukan maceram nasıl seyredecek.. şimdilik oyun gibi.. bu motivasyonla spora da başladım yine.. iyi de geldi bana...

Anlatmayı sürdüreceğim buradan... bana şans dileyin olur mu :)))) hadi bakalım iyi seyirler diyorum kendime......
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...