Etraftaki her bir parça tek tek şaheserdi.. sanat eseri.. nadide.. pahalı... bir servet değerinde kimisi... çok açık belliydi...ama olmayan bişi vardı işte.. benim hissettiğim sadece bir karmaşaydı...
5 gündür bir toplantı için Antalya'dayım.. yazıların ritmi de ondan bozuldu, bu arada özrümü de bildireyim:)). Kundu'nun en ünlü otellerinden birindeydik... belki de en ünlüsünde... adı lazım değil tabii...Bir kaç milyar dolarlık bir tesis bahsettiğim... her yer şıkır şıkır kristal.. savorovskymiş çoğu... yerler neredeyse duvardan duvara pahalı halı kaplı... ağır eşyalar, altın yaldızlı varaklar, tablolar kadifeler, atlaslar..dev bir havuz, farklı mimarların çizdiği bina bölümleri, her biri farklı tasarlanmış detaylar, detaylar, detaylar.... olabilenin en iddialısı en abartılısı, görmek lazım...gerçekten her parça tek tek sanki sanat eseri, hatta sanat eseri.. ama bir arada... yok ya hayır.. bence, yani benim hissettiğim tam bir kargaşa.. gözüm yoruldu, ruhum darlandı.. hele burası gibi bir tatil mekanında.. burada huzurlu olunabilir miydi.. her yerde farklı bir tasarımcının imzası, mimarları bile...iddealı tamam... ama yetmemiş işte...
Eksik olan şey ARMONİ idi... her parça nadide, şahane, muhteşem olsa da... bir arada olamıyorlardı.. her obje öne çıkmaya çalışıyor, her yerde bir dekorasyon kavgası hissediyordunuz.. düz iddiasız bir paspartular da gerekti bu gösterişe.. o zaman önde sakin durabilirlerdi belki endam endam.. ama şimdi bakışlarınızı nereye çevirseniz her biri sessiz sessiz bağırıyor sanki.. - beni gör, yok yok önce ben, ha ha ha hayır hayır sen en iyisi önce bana bak... der gibiydiler birer birer... bir gürültüydü hissedilen....
Her elemanının birer virtüöz olduğu, herkesin asıl çocuk olduğu bir orkestra düşününün.. ve her birinin en muhteşem solo performanslarını çaldıklarını düşünün, diğerlerini umursamadan ve aynı anda... şef ne yapsın bu kargaşada.. ya dinleyiciler... işte öyle...
Armoni önemli her şeyde... her yerde... bu yoksa en müthiş eşyalar, en başarılı performanslar, en önemli söylemler ve daha neler neler değerinden yitirir..kaynar gider arada, farkedilmeden... evet bir başına değerli olmak, şahane olmak, müthiş, eşsiz vsvsvsv olmak çok önemli.. ama bir o kadar önemli değil mi armoninin bir parçasını oluşturmak ve diğerleriyle birlikte farklı bir şaheser yaratmak... yani bazen gönüllü geride durmak.. bazen söylemlerden vazgeçip sadece tebessüm etmek gerekebilir... armoninin olmadığı yerdeki çatışma, kavga, anarşi... değer kaybı dizboyu... bu dediğim tevazu, ödün verme, ezilme değil.. asla değil.. sadece etraftaki her şeyin farkında olmak.. evrendeki ritmi ve melodiyi yakalamak.. kaçırmamak, atlamamak ve müziğe tam da doğru yerde girip bazen solo yapıp bazen birlikte çalmak.. zamanlama, ritim, uyum, ahenk... tam zamanında olmalı gibi... en aykırı da olsa, en uyumlu da... zamanlama yanlış ise ne fayda....
Kısaca armoni... önemli çok önemli... her yerde ve her şey de... sevgiyle....:))
29 Nisan 2012 Pazar
21 Nisan 2012 Cumartesi
Akışına... anlarda... acelesiz...
Anlatmak istersiniz, anlaşılacağınızdan emin...
Anlatırsınız geldiği gibi hani..akışına. anlaşıldığından emin...
Nedensiz.. acelesiz... sezgisel... öylesine
Ben olursunuz ya anlatırken, ne eksik ne fazla... maskesiz.....
Konuşursunuz içinizden geldiği gibi... örtüsüz...
Sorgulamazsınız hatta, hep öyleymiş gibi gelir... tanıdık... bildik... senden....
En ağlak sözler bile gülümser ya bazen... saçmalamaktan korkmadan...
Hafif şımarık, hafif kaçak, hafif çapkın.... işte öyle ortaya karışık....
An vardır... kıymetli... paylaşılan... zaten anlardan oluşmaz mı yaşanan... an be an....
Özeldir... çok.... sıradanmış gibi duran...
Özeldir, özlenendir....asla sıradan olmayan...
Kıymetli...
Olabildiğini hissetmek... önemli... çok önemli... :))
Konuşurken hani... aynı anda dersiniz ya aynı şeyleri... şaşırarak başlarda...
Sonra sadece gülümsersiniz.... sizin demeleriniz size gelmektedir bu defa...
Sanki bir ben varmış gibi karşıda...
Aralardan yakaladıklarınız... bir şarkıda, bir şiirde, bir film de...
Sıradanmış gibi duran o derinlik, naiflik....
Yine de şaşırırsınız her seferinde....
Ne tuhaflıklarla doludur evren.... bir bildiği vardır her seyirde....
Olabiliyormuş dersiniz.... en sıradan en bildik kelimelerle bile....
Akışına... anlarda... acelesiz...
Olabiliyormuş yani...
işte öyle....:)) bence anladınız siz :))
Anlatırsınız geldiği gibi hani..akışına. anlaşıldığından emin...
Nedensiz.. acelesiz... sezgisel... öylesine
Ben olursunuz ya anlatırken, ne eksik ne fazla... maskesiz.....
Konuşursunuz içinizden geldiği gibi... örtüsüz...
Sorgulamazsınız hatta, hep öyleymiş gibi gelir... tanıdık... bildik... senden....
En ağlak sözler bile gülümser ya bazen... saçmalamaktan korkmadan...
Hafif şımarık, hafif kaçak, hafif çapkın.... işte öyle ortaya karışık....
An vardır... kıymetli... paylaşılan... zaten anlardan oluşmaz mı yaşanan... an be an....
Özeldir... çok.... sıradanmış gibi duran...
Özeldir, özlenendir....asla sıradan olmayan...
Kıymetli...
Olabildiğini hissetmek... önemli... çok önemli... :))
Konuşurken hani... aynı anda dersiniz ya aynı şeyleri... şaşırarak başlarda...
Sonra sadece gülümsersiniz.... sizin demeleriniz size gelmektedir bu defa...
Sanki bir ben varmış gibi karşıda...
Aralardan yakaladıklarınız... bir şarkıda, bir şiirde, bir film de...
Sıradanmış gibi duran o derinlik, naiflik....
Yine de şaşırırsınız her seferinde....
Ne tuhaflıklarla doludur evren.... bir bildiği vardır her seyirde....
Olabiliyormuş dersiniz.... en sıradan en bildik kelimelerle bile....
Akışına... anlarda... acelesiz...
Olabiliyormuş yani...
işte öyle....:)) bence anladınız siz :))
19 Nisan 2012 Perşembe
Enerji vampirleri... hayırrrrr
Enerji vampirleri... ne de çokturlar.. bazen açık açık, bazen çaktırmadan çalarlar enerjinizi... içiniz şişer.. darlanırsınız.. ya da uğraşır durursunuz karşınızdaki için... içten içe güçsüzleşirken hem de....
"Enerjimin tümüyle tükendiğini hissediyordum... odaya girdiğinden beri... sanki görünmez vantuzlarını yapıştırıp itinayla emiyor yavaştan... yeterrrrrrrrrr dedim yaaa dur biraz... yeter şişirme artık beni...."
***
"Telefondaki sesi kızgın, kırgın yada öfkeli değildi... tüm bunları anlar ve anlatabilirdim... bu ses hükümran, hakkını almaya kararlı, doğuşundan haklı, kendini merkezinde konumlandıran ve referansı hep kendinden olan bir edayla konuşuyordu... içimde kim var kim yok isyana başladı koro halinde... benim deli, benim cin ali, benim aktivist ve benim akıllı bile... hop ya bi dakika... sen de kim oluyorsun ya... dur bakalım bi dur ya... iyi de niye hep sana... diye bağrışıyorlardı bir yanımda... onlara mı yetişeyim o sesi mi dinleyeyim diye aklıma sahip olmaya çalışırken ben... söze karışsam olmadı, susam olmadı, kızsam olmadı... darlandım... sesimi yükselttim... tartışma formatına geçtik hep beraber... ve olanlar oldu... oysa sabah erguvanları sevmişti gözlerim.. güneşe çapkın bir selam bile vermek için zaman bulmuştum... gün boyu dokunduğum herkese ve her şeye aktarmıştım ve eksilmemiş artmıştı enerjim... ama bu son konuşma... nokta... koca bir delikten uçup gitmişti hepsi... sinirlenip tartışmanın tarafı olduğum anda kaybetmiştim zaten hepsini....."
***
"Dinlememeliyim.... kafa sallama formatına geçip, işitsem de duymamalıyım.... tanrım hayır ya.... bu ne öfke... bu ne hınç.... hayır, izin vermeyeceğim... çekemezsin beni de içine.... senin rengin siyah olabilir, zaman zaman da gri.... ama ben renklerimdeyim keyif keyif.... sen barışık değilsin diye, sen karışıksın diye... taktırtmam aynı gözlükleri kendime.... hayır sinirlenmeyeceğim... hayır acabalanmayacağım... hayır haklımısın diye bile düşünmeyeceğim... söylen dur karşımda... inadına sende değilim... nerede benim mavim... uzun uzun seyrettim... içimdeki denizim... tam zamanı gelin hadi... ha ha ha... oldu bak... sen de değilim artık... ben maviliklerdeyim... söylen dur karşımda... kafa sallamaya devam ederim"
***
" Ama bir dakika... bir de şöyle düşünün...tamam haklısınız ama aslında..... ya tamam da.... desem de... dinlemiyor beni... kızmış, üzülmüş ya... uğraştım geri sarmak için... uğraştım farklı bir pencere açmak için... yok olmuyor... o haklı her durumda... dinlemiyor.. ne desem bir negatif cevabı ve örneği hazır... taşım taşım olumsuzluk doğuruyor birbiri ardına.... her şey kötü, herkes aleyhtar, her şey çirkin ve yozlaşmış... güzel olan bir şey kalmamış... e gidip de ölelim o halde... yok ya hayırrr... dinlemiyorum seni... konuş sen konuş... cevap da yetiştirmiyorum.. sıkılıp gitmeni bekliyorum itinayla..."
***
" Ha ağladı ha ağlayacak... gücü kalmamış... ezmişler onu.. herkes aleyhinde... dünya ona karşı... o ise bir zavallı, aciz, çaresiz... dudaklarını büzmüş... okşanmayı ve hak verilmeyi bekliyor karşımda... tüm gerekçeler onun dışında...onunla ilintisiz... o çok uğraşmış ama dünya kötü o ise bir başına hak verilmeyi haketmiş bir yenik gazi... illa haklısın diyeceğim... illa dünya kötü ve insanlar acımasız diyeceğim...hayırrrr... demeyeceğim... sen haksızsınnn... mücadeleden kaçansın...körsün, sağırsın, evet evet hatta tembelsin.. önce kendini sorgula... hayır bin defa hayır... zehrini bana akıtamayacaksın... kendine bak... ya da lütfen çaresizliğinin onaylanmasını başkasında ara... hayır ben değilim o diğer çaresiz.."
İşte böyle sürer gider... birinden kurtulursun diğeri gelir... hayırrr, hayırrr demekten yorulmaya başlarsın günün sonunda.. bu nafile uğraşlar enerjini tüketir...
Yeter ya yeter... gidin kardeşim... işim gücüm var benim... ben enerji tazeleyeceğim.. kendim için... beni meşgul etmeyin :))
18 Nisan 2012 Çarşamba
doğru hayat yanlış yaşanamaz ki....
"hakikat için geçerli olan mutluluk için de geçerlidir: Kişi ona sahip olmaz, onun içinde olur. Eğer siz gerçeğe aşkla bağlı iseniz başka bir hayat yaşayamazsınız; Adorno'nun sözünü tersine çevirirsem; doğru hayat yanlış yaşanamaz! Soyut iyiliğin hiçbir anlamı yoktur;"
Yukarıdaki paragraf Soner Yalçın'ın son röportajından alıntı... sık röportaj vermeyen, vitrinde olmayı sevmeyen, kendi çizgisinden ödün vermeyen bir gazeteci o... inandığı gibi olmanın, savunduğu gibi yaşamanın mücadelesini veriyor içerde, herşeye rağmen...
Seversiniz yada sevmezsiniz... önemli mi... ama bu sözleri önemli... çok önemli....
O kadar ucuzladı ki her şey... "mış gibi yapmalar" toplumsal bir hezeyana dönüştü... olduğu gibi olma çabasının yerini, olması gerektiği gibiymiş gibi olmalar aldı... popüler olan, revaçta olan, en çok prim yapan ne ise orada olmak gerekti artık... ucuz kimlikler, kopya kişilikler, ezber söylemler, su yolunda seyirler zamanı şimdi... öncelikler hep maddi... bilanço eksik bakiye vermemeli.. her hesaptan, her durumdan olabilen en fazla karla çıkmalı kişi... kalanı maalesef teferruat artık... ne acı...
Oysa hayata karşı bir duruşu olmalı insanın... kendine karşı dürüst olmalı önce... kendini unutmaya çalışmamalı... aynaya bakabilmeli, gözlerinin derininden utanmamalı, inandıklarından, kimliğinden, doğrularından ödün vermemeli... bunları kaybederse ne kalır ki elde... gerçeğin, öncelikle kendi gerçeğinin içinde olmaz ise insan mutlu olabilirmi...
Nedir hayatı değerli kılan, yanlışlarla örülen duvarların içinde doğru yeşerebilirmi... doğru hayat yanlışlarla yaşanabilirmi... kendinden memnun olabilirmi insan... kendini sevebilirmi omurgası olmadan... duruşunu koruyamayan, inandıkları uğruna savaşmalardan kaçan, taklit yaşamlara sığınan, kendini tamamlayabilirmi...
Hep eksik yaşanmışlıklarla geçen bir hayat.... yaşamak olabilirmi... kaçamak, korkak ve giderek eksilerek var olunabilirmi... sürekli aynalardan kaçarak... nereye kadar taşıyabilir kişi kendini....
Mutluluk için önce kendin olman gerekmez mi... çıplak... tıpkı sen gibi... korkmadan, dimdik... herşeye ve herkese rağmen... diğerlerinden farklı da olabilmek kimi zaman...
Kendin olabilmeyi başarmak bu kadar zormu... mutluluk mış gibi yaşanabilirmi... gerçekten kaçarak benlik taşınabilirmi... bir durup düşünmezmi insan... ya ben kimim, ne yapıyorum diye... gönüllü körlükler, seçilmiş sağırlıklar, öğrenilmiş çaresizliklerle ayakta kalınabilirmi...
Kendini taşımaktan, kendi gibi olmaktan vazgeçen insan... hiçlik yolundan dönebilirmi?
Aynada gözlerimi kaçırmadan... ta içine bakabilmeliyim ben... ne pahasına olursa olsun... zor da olsa kimi zaman... sıradışı ya da... farkedermi... ben ben gibiyim sonuçda... ne eksik ne fazla... bu da yeter bana... peki ya size?
Yukarıdaki paragraf Soner Yalçın'ın son röportajından alıntı... sık röportaj vermeyen, vitrinde olmayı sevmeyen, kendi çizgisinden ödün vermeyen bir gazeteci o... inandığı gibi olmanın, savunduğu gibi yaşamanın mücadelesini veriyor içerde, herşeye rağmen...
Seversiniz yada sevmezsiniz... önemli mi... ama bu sözleri önemli... çok önemli....
O kadar ucuzladı ki her şey... "mış gibi yapmalar" toplumsal bir hezeyana dönüştü... olduğu gibi olma çabasının yerini, olması gerektiği gibiymiş gibi olmalar aldı... popüler olan, revaçta olan, en çok prim yapan ne ise orada olmak gerekti artık... ucuz kimlikler, kopya kişilikler, ezber söylemler, su yolunda seyirler zamanı şimdi... öncelikler hep maddi... bilanço eksik bakiye vermemeli.. her hesaptan, her durumdan olabilen en fazla karla çıkmalı kişi... kalanı maalesef teferruat artık... ne acı...
Oysa hayata karşı bir duruşu olmalı insanın... kendine karşı dürüst olmalı önce... kendini unutmaya çalışmamalı... aynaya bakabilmeli, gözlerinin derininden utanmamalı, inandıklarından, kimliğinden, doğrularından ödün vermemeli... bunları kaybederse ne kalır ki elde... gerçeğin, öncelikle kendi gerçeğinin içinde olmaz ise insan mutlu olabilirmi...
Nedir hayatı değerli kılan, yanlışlarla örülen duvarların içinde doğru yeşerebilirmi... doğru hayat yanlışlarla yaşanabilirmi... kendinden memnun olabilirmi insan... kendini sevebilirmi omurgası olmadan... duruşunu koruyamayan, inandıkları uğruna savaşmalardan kaçan, taklit yaşamlara sığınan, kendini tamamlayabilirmi...
Hep eksik yaşanmışlıklarla geçen bir hayat.... yaşamak olabilirmi... kaçamak, korkak ve giderek eksilerek var olunabilirmi... sürekli aynalardan kaçarak... nereye kadar taşıyabilir kişi kendini....
Mutluluk için önce kendin olman gerekmez mi... çıplak... tıpkı sen gibi... korkmadan, dimdik... herşeye ve herkese rağmen... diğerlerinden farklı da olabilmek kimi zaman...
Kendin olabilmeyi başarmak bu kadar zormu... mutluluk mış gibi yaşanabilirmi... gerçekten kaçarak benlik taşınabilirmi... bir durup düşünmezmi insan... ya ben kimim, ne yapıyorum diye... gönüllü körlükler, seçilmiş sağırlıklar, öğrenilmiş çaresizliklerle ayakta kalınabilirmi...
Kendini taşımaktan, kendi gibi olmaktan vazgeçen insan... hiçlik yolundan dönebilirmi?
Aynada gözlerimi kaçırmadan... ta içine bakabilmeliyim ben... ne pahasına olursa olsun... zor da olsa kimi zaman... sıradışı ya da... farkedermi... ben ben gibiyim sonuçda... ne eksik ne fazla... bu da yeter bana... peki ya size?
16 Nisan 2012 Pazartesi
erguvan zamanı geç kalmaya gelmez....
Erguvanları gördüm... erguvanlarla bir İstanbul'dayım.... bayılıyorum erguvan zamanına... baharın tüm çiçeklerinin yeri başka, tabii ki... ama, ama illa erguvanlar.... o nasıl bir duruştur öyle... minicik çiçeklerden bir abidedir... nasıl vakur bir şıklıktır... bahar şımarıklığının, gün ışığının pervasızlığının, rengarenk doğa uyanışının tam orta yerinde.... saygın, vakur, alımlı, çapkın bir assolisttir o... o İstanbulun gerçek rengidir sanki...
Bayılırım bu mevsim denizden seyretmeye boğazı... mavi sularını, martısını, köşklerini, konaklarını, yalılarını bile gölgeler sanki bu erguvan rengi dokunuşlar..mor rengi dekolte elbisesini giyer boğaz sırtları... yeşillerin arasında dalga dalga yayılarak binlerce öykü anlatırlar sanki istanbul a dair... tüm kısa çılgın yaşanmışlıklar gibi, kısadır ömrü deli renklerinin... aynı anda başka hiçbir şeye izin vermeyen aşklar gibidir erguvan zamanı.... onlar gelince tüm diğer renkleri soluklaşır sanki şehrin... uçurur, alıp götürür... renkleriyle dokunur derininize... izi kalır... kısadır... özlemdir... özlenendir....kısadır erguvanın vakti...
Bu mevsim bir nedenle göremezsem erguvanları ve erguvan zamanı boğazı... bir eksik olurum... fark etmeden kaybettiğim bir aşk gibi... anlayana kadar sanki çoktan gitmiş gibi... tüm geç kalmışlıklar gibi eksik olurum... doyamadan da biter zaten, sanki bir büyü bitivermiş gibi... kahkahası kesilmiş gibi aniden... geçiverir birden.. fark ettirmeden...
Erguvan zamanı geç kalmalara gelmez... ötelenmelere, bekletilmelere yoktur tahammülü... kısacıktır ömrü... rengi değişmeden... şölen bitmeden.. ışığı sönmeden... müziği susmadan.... yeşile dönmeden.. görmeli onu... eksik kalmasın bahar... eksik kalmasın sevdalar... istanbul a erguvanlar yaraşır.. gönüllere sevdalar... eksik kalmasın yaşananlar... :))
Erguvanlarım gelmiş... hoşgelmiş...
Bayılırım bu mevsim denizden seyretmeye boğazı... mavi sularını, martısını, köşklerini, konaklarını, yalılarını bile gölgeler sanki bu erguvan rengi dokunuşlar..mor rengi dekolte elbisesini giyer boğaz sırtları... yeşillerin arasında dalga dalga yayılarak binlerce öykü anlatırlar sanki istanbul a dair... tüm kısa çılgın yaşanmışlıklar gibi, kısadır ömrü deli renklerinin... aynı anda başka hiçbir şeye izin vermeyen aşklar gibidir erguvan zamanı.... onlar gelince tüm diğer renkleri soluklaşır sanki şehrin... uçurur, alıp götürür... renkleriyle dokunur derininize... izi kalır... kısadır... özlemdir... özlenendir....kısadır erguvanın vakti...
Bu mevsim bir nedenle göremezsem erguvanları ve erguvan zamanı boğazı... bir eksik olurum... fark etmeden kaybettiğim bir aşk gibi... anlayana kadar sanki çoktan gitmiş gibi... tüm geç kalmışlıklar gibi eksik olurum... doyamadan da biter zaten, sanki bir büyü bitivermiş gibi... kahkahası kesilmiş gibi aniden... geçiverir birden.. fark ettirmeden...
Erguvan zamanı geç kalmalara gelmez... ötelenmelere, bekletilmelere yoktur tahammülü... kısacıktır ömrü... rengi değişmeden... şölen bitmeden.. ışığı sönmeden... müziği susmadan.... yeşile dönmeden.. görmeli onu... eksik kalmasın bahar... eksik kalmasın sevdalar... istanbul a erguvanlar yaraşır.. gönüllere sevdalar... eksik kalmasın yaşananlar... :))
Erguvanlarım gelmiş... hoşgelmiş...
15 Nisan 2012 Pazar
Elif ise elifine
öylesine böylesine
kıyısından derinine
duvarından yüreğine
düşlerinden gerçeğine
hayatın tam da içine
lezzetinin sofrasında
hazlarının kucağında
var'ların doyulmazında
olabilmek öylesine
durabilmek böylesine
korkuların tam da üstüne
kilitlerin gizlisine
kaçışların saklısına
sığınmadan ortasına
elifiyse elifine
deliliğin zirvesine
kim ne derse desin diye
gitmek üstüne üstüne
ne olacaksa olsun diye
evren bunu duysun diye
yaşanacaksa böylesine
yarım kalmışlarla kanayıp
önceler, eskilerle sarınıp
dünden kalanlarla dolanıp
bir de öyle kıyamayıp
kalmak her bahane ile
düşün ya da hiç düşünme
görünüyor buradan bile
karışmak boğulmak niye
ruhlar da dinlesin işte
anlamsa azaltmak niye
bu elifse elifine
evren bunun neresinde
yarımları toplayarak
uzaklardan kaçmayarak
sormayarak niye diye
bu bir şans mı? kime göre
zor olsa da korkmayarak
bazen işte ıslak ıslak
yaşanacak böylesine
gözler terk etmesin diye
gitmek üstüne üstüne
evren işte öylesine........
12 Nisan 2012 Perşembe
bir gidesim var ki....
Bir kaç gün sadece... gidesim var.... fazla konuşmadan... fazla karışmadan... açıklama yapmadan.... ruhumu tırmalamadan.... Baharımı yanıma alıp..ve beklemekten sıkılmış kitaplarımı da tabii... bir sakin durasım var... acelesiz sabah yürüyüşleri yapıp.... çok soğuk değilse öğlen denize girip.. sonra da uzun öğle uykularına yatasım var....bir tembellik edesim var ki sormayın... kendimi şımartasım var...
Bazen yerim başımı kendimin... didik didik.. köşe bucak bırakmam.. kabuk mabuk dinlemem... kaşır kanatırım gerekirse... üstüne üstüne... benim bana yaptığımı kolay kolay kimse kıyıp yapmaz zaten... öyle doğrucu Davut olurum kendime... affetmeden önce hırpalarım ki, fenadır... sorular, sorgular, saptamalar, yargılar hatta cezalar bile vardır... sonra yargı biter, savunma tarafı yorgun düşer, susup bekler tüm benler... evet artık fırtına yormuştur hepimizi... sessizliğin gürültüsü olmayacaktır artık... ne varsa dökülmüştür işte eteklerden yerlerine.. neyse odur sonrası...
Sonrası kendini affetmektir.. ve bahar gelir...ve gidesim gelir...
Sonrası kendini affetmektir.. ve bahar gelir...ve gidesim gelir...
O didiklediklerimi toparlamak, ütüleyip katlayıp yerleştirmek gerekir... kanamaları durdurmak, yaraları yalamak gibi işte... huzurlu sakin sulardır özlenen, derin de olsalar... rüzgarsız ılık bahar güneşinde tembellik etmek... gürültü yapmak için nedeni olmayan sessizliğin tadını çıkarmak... fazla konuşmalara gerek olmayan... sakin... telaşsız... huzurlu... tembel.....
11 Nisan 2012 Çarşamba
ve tanrı kadını yarattı..."nasıl yani?"
Ve tanrı kadını yarattı... erkek seyrediyordu... başına geleceklerden habersiz...
Ve yaratıldı kadın... gözünü açtı... göğe baktı... erkek dedi "mavi"... kadın sordu "nasıl yani" ...erkek dedi "basbayağı, işte mavi"... kadın baktı baktı... onun gördüğü mavilikte ebruli...bulutlarda beyaz... gölgelerde gri...uzaklarda lacivert... erkeğe baktı... tamam dedi... ama öyle değil! :)) ve erkek anlamadı....
Ve kadın elmaya baktı.... erkek yemek yasak dedi... kadın bir elmaya baktı bir erkeğe... yine sordu "nasıl yani".... erkek " o bir yasak meyve, yememelisin" .... kadın duydu.... ama anladığı " hımmm aslında yemesen daha iyi diyor ama yasaksa neden var ki bu elma, ayrıca neden yasak olsun, yersem ne olacak, yemeden anlayamazsın ki, neden sormamış er kişi, hımmmm beni beklemiş yemek için bence, zaten o da onu demek istedi, o halde yiyelim bari" oldu... ve kadın elmayı ısırdı....ve dünyaya düştüler birlikte...
Ve kadın o gün bugündür her sözü sorguladı.... erkek için her şey neyse o olurken kadın bir altına bir üstüne baktı... demelerine değil demek istediklerine dolandı...
Erkek anlattı... kadın hep "nasıl yani?" dedi... erkek şaşırdı... anlamadı, anlayamadı ve asla anlayamayacaktı... erkek için düz ve tek boyutlu olan sözler kadın dünyasında hep üç boyutla yansımaktaydı...erkek anlamadı... anlayamazdı...
Öyle değilmidir gerçekten... algılar tümüyle farklıdır...erkek ne kadar sonuç odaklı ise kadın da o kadar süreç odaklıdır... mesela bir erkek bilemem yada bilmem derse gerçekten bilmiyordur.. ama ya bir kadın "bilemem" derse... ardına roman yazılabilir.... bu külahıma anlat'dan..."ya sen de beni hiç anlamadın zaten" e kadar binlerce anlam ifade edebilir.. aradaki nüanslar da cabası....
Zordur kadın erkek işleri... tercümesi de yoktur kadınca lafların... bize çok kolay gibi gelen neden-sonuç ilişkilerini erkeklerin bırakın anlamaları, takip etmeleri bile zordur... erkeklerin bunca kadınlardan bahsetmeleri aslında belki de çok az tanımalarındandır....
Eğer erkek bilseydi... taaa kadın yaratılırken... müdahil olmak istermiydi? :)) bence isterdi... en azından şu "nasıl yani?" durumunu delete ederdi bence tereddütsüz...
Bir de belki bir gün google bir iyilik yapar erkeklere özel... "bir tuşta kadınca lafların tercümesi" şeklinde bir açılım yapar... nasıl fikir ama :)))))))))))
Ve yaratıldı kadın... gözünü açtı... göğe baktı... erkek dedi "mavi"... kadın sordu "nasıl yani" ...erkek dedi "basbayağı, işte mavi"... kadın baktı baktı... onun gördüğü mavilikte ebruli...bulutlarda beyaz... gölgelerde gri...uzaklarda lacivert... erkeğe baktı... tamam dedi... ama öyle değil! :)) ve erkek anlamadı....
Ve kadın elmaya baktı.... erkek yemek yasak dedi... kadın bir elmaya baktı bir erkeğe... yine sordu "nasıl yani".... erkek " o bir yasak meyve, yememelisin" .... kadın duydu.... ama anladığı " hımmm aslında yemesen daha iyi diyor ama yasaksa neden var ki bu elma, ayrıca neden yasak olsun, yersem ne olacak, yemeden anlayamazsın ki, neden sormamış er kişi, hımmmm beni beklemiş yemek için bence, zaten o da onu demek istedi, o halde yiyelim bari" oldu... ve kadın elmayı ısırdı....ve dünyaya düştüler birlikte...
Ve kadın o gün bugündür her sözü sorguladı.... erkek için her şey neyse o olurken kadın bir altına bir üstüne baktı... demelerine değil demek istediklerine dolandı...
Erkek anlattı... kadın hep "nasıl yani?" dedi... erkek şaşırdı... anlamadı, anlayamadı ve asla anlayamayacaktı... erkek için düz ve tek boyutlu olan sözler kadın dünyasında hep üç boyutla yansımaktaydı...erkek anlamadı... anlayamazdı...
Öyle değilmidir gerçekten... algılar tümüyle farklıdır...erkek ne kadar sonuç odaklı ise kadın da o kadar süreç odaklıdır... mesela bir erkek bilemem yada bilmem derse gerçekten bilmiyordur.. ama ya bir kadın "bilemem" derse... ardına roman yazılabilir.... bu külahıma anlat'dan..."ya sen de beni hiç anlamadın zaten" e kadar binlerce anlam ifade edebilir.. aradaki nüanslar da cabası....
Zordur kadın erkek işleri... tercümesi de yoktur kadınca lafların... bize çok kolay gibi gelen neden-sonuç ilişkilerini erkeklerin bırakın anlamaları, takip etmeleri bile zordur... erkeklerin bunca kadınlardan bahsetmeleri aslında belki de çok az tanımalarındandır....
Eğer erkek bilseydi... taaa kadın yaratılırken... müdahil olmak istermiydi? :)) bence isterdi... en azından şu "nasıl yani?" durumunu delete ederdi bence tereddütsüz...
Bir de belki bir gün google bir iyilik yapar erkeklere özel... "bir tuşta kadınca lafların tercümesi" şeklinde bir açılım yapar... nasıl fikir ama :)))))))))))
10 Nisan 2012 Salı
Şaşırabiliyorum hala, ne güzel...
Hala şaşırabiliyorsan....
Hala şaşırtabiliyorsa bazı şeyler.... hala küçük bir çocuk şaşkınlığıyla bakabiliyorsan hayata.. bu bir şans aslında...hadi ama... hadi topu attım yakala :))
Hiç ummadığın bir an da karşına çıkıveren ... bildiğinden emin bakarken aniden... birden.... hiç beklemediğinden.....
Bazen sıradan bir şarkıda.... minicik bir detayda.... yıllanmış kalıplarında... ezbere bildiğin duygularda... bilirim zannederken hem de.... belli şablonlarla ölçüp biçerken hayatı... aniden bir sıra dışı...
Kaldırımın en ince yerinde seke seke yürüyen, haşarı çocuk adımlarıyla yakalar seni şaşkınlığın ya bazen... koca koca laflar da etsen... "beni artık hiç bir şey şaşırtamaz" falan gibi... şaşırmalara kapasan da kendini... bir çok bilmişlik.. çok görmüşlük gibi... her bedene uygun kalıpların var ya hani.. ve uygun olan her duruma... ama o da ne.. uymayan bir detay beliriverir... farklılığıyla şaşırtır... kalıplarına sığmaz olur... bilirimlerinin sınırlarından taşar... şaşırırsın ki hem de nasıl... tekrar tekrar bazen şaka gibi...
Önce de bahsetmiştim... derinlerde her şey mavi ve yeşilin sonsuz tonlarında salınır... o dingin mavilikte her obje benzer renktedir... ta ki... bir ışık hüzmesinin koynuna girene kadar... her seferinde, ama her seferinde fenerimin ışığında, o hüzmenin kucağında renklenen kırmızılara turunculara şaşırırım ben... ışığı kapadığım anda yine dingin mavi-yeşil olanların aynı objeler olduklarına... ben inanamam ki.. nasıl anlatayım... tabii her seferinde şaşkınlık... yine şaşkınlık... oysa bir de iyi bilirim.. derinlikleri.. kovukları.. saklanmaları... ışık hüzmesine gönüllü dalmayı yada tümüyle mavi-yeşil davranmayı... bazen itinayla ışıklardan kaçmayı.. bazen gönüllü kırmızı ve turuncuyla salınmayı... iyi bilsem de... yine de bir ben bilirim gibi gelir demek ki... ne zaman görsem ışığımda beliriveren renkleri... işte böyle şaşırırım yine... sakladığım renklerim bulmuş gibi başka renkleri.. bir ışığın hüzmesinde... rengarenk... şaşırırım... hatta şımarırım... elimde değil :))
Bir insanda, ummadığım bir anda hissettiğim derinlik, itinayla gizlediği naiflik, sözcüklerinden değil satır aralarından gelen duyarlılık.... şaşırtmıştır beni... yine ve yeniden hatta.... ah benim kalıplarım ve ben... ve her defasında dışına taşan bir detay... gel de şaşırma yani....
Fide yapmayı da bu nedenle severim... o küçücük tohumlardan sabırsızca çıkan ilk yapraklar.. ilk çiçekler... hep şaşırtmıştır beni... en meraklı halimle.. her defasında hem de.. bu şaşırmaları beklerim ben... ha ha... hatta kendi şaşırmalarıma şaşırsam da yeniden ve yeniden.. işte öyle... işte şaşkın ben...:)
Şaşırmayı seviyorum ben... artık kalıplarımı da şablonlarımı da attım .. ve hayatta renklerin değil renk geçişlerinin olduğunu.. geç de olsa öğrendim sonunda... her yaşanan da yaşananlar da farklı... an be an... renklerse hep ebruli... iyi ki de ebruli...
Şaşırmayı seviyorum ben... hala şaşırabilmeyi hem de :)) şaşkınlıklar dilerim hepinize...
Hala şaşırtabiliyorsa bazı şeyler.... hala küçük bir çocuk şaşkınlığıyla bakabiliyorsan hayata.. bu bir şans aslında...hadi ama... hadi topu attım yakala :))
Hiç ummadığın bir an da karşına çıkıveren ... bildiğinden emin bakarken aniden... birden.... hiç beklemediğinden.....
Bazen sıradan bir şarkıda.... minicik bir detayda.... yıllanmış kalıplarında... ezbere bildiğin duygularda... bilirim zannederken hem de.... belli şablonlarla ölçüp biçerken hayatı... aniden bir sıra dışı...
Kaldırımın en ince yerinde seke seke yürüyen, haşarı çocuk adımlarıyla yakalar seni şaşkınlığın ya bazen... koca koca laflar da etsen... "beni artık hiç bir şey şaşırtamaz" falan gibi... şaşırmalara kapasan da kendini... bir çok bilmişlik.. çok görmüşlük gibi... her bedene uygun kalıpların var ya hani.. ve uygun olan her duruma... ama o da ne.. uymayan bir detay beliriverir... farklılığıyla şaşırtır... kalıplarına sığmaz olur... bilirimlerinin sınırlarından taşar... şaşırırsın ki hem de nasıl... tekrar tekrar bazen şaka gibi...
Önce de bahsetmiştim... derinlerde her şey mavi ve yeşilin sonsuz tonlarında salınır... o dingin mavilikte her obje benzer renktedir... ta ki... bir ışık hüzmesinin koynuna girene kadar... her seferinde, ama her seferinde fenerimin ışığında, o hüzmenin kucağında renklenen kırmızılara turunculara şaşırırım ben... ışığı kapadığım anda yine dingin mavi-yeşil olanların aynı objeler olduklarına... ben inanamam ki.. nasıl anlatayım... tabii her seferinde şaşkınlık... yine şaşkınlık... oysa bir de iyi bilirim.. derinlikleri.. kovukları.. saklanmaları... ışık hüzmesine gönüllü dalmayı yada tümüyle mavi-yeşil davranmayı... bazen itinayla ışıklardan kaçmayı.. bazen gönüllü kırmızı ve turuncuyla salınmayı... iyi bilsem de... yine de bir ben bilirim gibi gelir demek ki... ne zaman görsem ışığımda beliriveren renkleri... işte böyle şaşırırım yine... sakladığım renklerim bulmuş gibi başka renkleri.. bir ışığın hüzmesinde... rengarenk... şaşırırım... hatta şımarırım... elimde değil :))
Bir insanda, ummadığım bir anda hissettiğim derinlik, itinayla gizlediği naiflik, sözcüklerinden değil satır aralarından gelen duyarlılık.... şaşırtmıştır beni... yine ve yeniden hatta.... ah benim kalıplarım ve ben... ve her defasında dışına taşan bir detay... gel de şaşırma yani....
Fide yapmayı da bu nedenle severim... o küçücük tohumlardan sabırsızca çıkan ilk yapraklar.. ilk çiçekler... hep şaşırtmıştır beni... en meraklı halimle.. her defasında hem de.. bu şaşırmaları beklerim ben... ha ha... hatta kendi şaşırmalarıma şaşırsam da yeniden ve yeniden.. işte öyle... işte şaşkın ben...:)
Şaşırmayı seviyorum ben... artık kalıplarımı da şablonlarımı da attım .. ve hayatta renklerin değil renk geçişlerinin olduğunu.. geç de olsa öğrendim sonunda... her yaşanan da yaşananlar da farklı... an be an... renklerse hep ebruli... iyi ki de ebruli...
Şaşırmayı seviyorum ben... hala şaşırabilmeyi hem de :)) şaşkınlıklar dilerim hepinize...
9 Nisan 2012 Pazartesi
Yağmurum gelmiş :))
Annemlerden geliyordum az önce... nefis bir nisan yağmuru başladı... şakır şakır... sürpriz...
Uzun zaman olmuştu... ya kıyafetim ya saçım başım ya da soğuk hava.... uygun düşmemiştik her nasılsa... oysa... ne severim yürümeyi yağmurda... saçlarım açık... acelesiz... iyi gelir bana...
İyi geldi yine... şaşkın baksa da etrafta kaçışan insanlar..ağır ağır yürüdüm... hatta yolu uzattım iyice... ıslandım... yüzüme vurdukça taneler... saçlarıma... hoşgeldin oldum...
Yağmur için yazılanlar hep hüzünlüdür... gözyaşını anımsatır sanki... oysa hissettiklerim tümüyle farklıydı... saçlarımdan yüzümden süzülürken damlalar... ben gülüyordum... yüreğim yıkanıyordu sanki... suyla canlanan sarmaşıklar, tozlarından kurtulan tomurcuklar gibiydi yağmurla ilişkim.... damlalar benim bile bilmediğim bir yerleri yıkıyordu sanki... ruhum yıkanıyor gibi....suya hasret yaprak gibi... yüzüne güne dönmüş ayçiçeği gibi... nasıl anlatayım bilmem ki... benden yere damlayan damlalara sormalı bence... ne bırakmışlar bende, neyi götürmüşler beraberlerinde... tuhaf ama işte öyle...
Gülümseyerek ağır ağır yürüdüm.... eminim bu kadın deli demişlerdir... kimin umurunda....
Yağmuru da severim, güneşi de.... nasıl diyorlardı "havalar nasıl olursa olsun, sizin havanız iyi olsun"... hava bahane.... ışık içimizde olsun... yağmurumuz, can suyumuz bol olsun....tabii güneşimiz de :)))
Uzun zaman olmuştu... ya kıyafetim ya saçım başım ya da soğuk hava.... uygun düşmemiştik her nasılsa... oysa... ne severim yürümeyi yağmurda... saçlarım açık... acelesiz... iyi gelir bana...
İyi geldi yine... şaşkın baksa da etrafta kaçışan insanlar..ağır ağır yürüdüm... hatta yolu uzattım iyice... ıslandım... yüzüme vurdukça taneler... saçlarıma... hoşgeldin oldum...
Yağmur için yazılanlar hep hüzünlüdür... gözyaşını anımsatır sanki... oysa hissettiklerim tümüyle farklıydı... saçlarımdan yüzümden süzülürken damlalar... ben gülüyordum... yüreğim yıkanıyordu sanki... suyla canlanan sarmaşıklar, tozlarından kurtulan tomurcuklar gibiydi yağmurla ilişkim.... damlalar benim bile bilmediğim bir yerleri yıkıyordu sanki... ruhum yıkanıyor gibi....suya hasret yaprak gibi... yüzüne güne dönmüş ayçiçeği gibi... nasıl anlatayım bilmem ki... benden yere damlayan damlalara sormalı bence... ne bırakmışlar bende, neyi götürmüşler beraberlerinde... tuhaf ama işte öyle...
Gülümseyerek ağır ağır yürüdüm.... eminim bu kadın deli demişlerdir... kimin umurunda....
Yağmuru da severim, güneşi de.... nasıl diyorlardı "havalar nasıl olursa olsun, sizin havanız iyi olsun"... hava bahane.... ışık içimizde olsun... yağmurumuz, can suyumuz bol olsun....tabii güneşimiz de :)))
5 Nisan 2012 Perşembe
Ada'm
Sığınacağım,
Ben bana dar gelince,
Gidebileceğim...
Bir ada olmalıydı...
Utanmadan ağlayacağım,
Sakınmadan şımaracağım,
Kıyılarında yüzebileceğim,
Çam kokusunu çekeceğim, içime...
Gün batımı renklerine bezeliyken keyif keyif,
Fırtınalarımda limanım....
Pes demeye hazır yüreğime,
Ada göründüüü diye haykıracağım...
Bir ada düşlemiştim hep....
Bir ada,Benim ada'm...
Sevgiyi hak etmek ve sevmek....
En az hak ettiğim zaman sev beni... çünkü en çok ihtiyacım olan zaman odur.. ( isveç atasözü)
Bir yazıda rastladım bu söze.... isveçli atalar söylemiş.... bazı sözlere takılırım ya ben... takıldım yine...
sevmeyi hak etmek..
ne demek?
hak etmeden sevilmek..
ne demek?
sevilme ihtiyacında olmak...
nasıl bir durum?
sevilme zamanı...
ne zaman?
Bu durumlar ve sorular geliverdi ardı ardına... sevilmeyi hak etmek ne demekti sahi.... ya da hak etmemek... kıymetini bilememek mi... anlayamamak mı... sevememek mi yeterince.... değer vermemek mi... ya da ya da ilgilenmemek, önemsememek mi...
İlgilenmeyen ya da önemsemeyen yukarıdaki gibi bir cümle kurabilir mi? sanmam... o halde ne peki... burada inadına bir durum var gibi... yani bilinçli yapılmış bir hak etmeme durumu sanki...
Ne çok yaparız... hırpalarız... kanarsak hele... illaki kanatırız... canımız acıdıkça ne acılar sızdırır, karşımızdakini kızdırır ve en sonunda yıpratırız...
Bizdeki atasözü ne der... "kunduracı sevdiği köseleyi yerden yere vururmuş" der... ve kösele de onu hep sever... sevildiğini bilir yani... sanki olabilirmiş gibi... yerden yere, duvardan duvara toslayarak sevgi korunurmuş gibi... kan bitmeden kanama dururmuş gibi... ve daha bir çok mış gibi işte....
Ama bu sözde de çok içten bir yakarış var ki.... atlamaya yürek dayanmıyor.... en az hak ettiğinde bile sevebilmek mi gerçek sevgi... her durumunu hoş görebilmek... kısaca hiç ama hiç vazgeçmemek... sınırların zorlandığında... sabrın taşım taşım taştığında... hatta canın yandığında... yine de illaki her durumda.... korunabilir mi sevgi... yürek anlar mı bunun sevdadan olduğunu... anlar ve durur mu hala orada... her durumda... ya da durmalı mı acaba....
Bencillik, benlik, bireysellik.... peki ya sevmek... tümünden vazgeçmek mi gerek... ben'i kaybetmeden biz olmayı anlarım da... ya bu... en az hak etme durumunda bile sevmek... karşıdakinin yüreğini görebilmek...
Yok yok bu durumun içinden çıkamadım ben... bir yanım "ne yüce bir sevda, ne erişilmez bir algı ile uzanmak"... derken... diğer yanım..." hayır diyor bin defa hayır".... hak etmeyen, acıtan, kanatan asıl vazgeçmiştir... yoksa kıyar mı insan sevdiğine... sevdalık durumu iki kişi yaşanır... uzanabilsen hak etmedi demezsin ki hiç...
Bilemedim ben ve bendeki benler... içten bir tınısı var o cümlenin ancak algısı karışık... ya da benim ruhum karışık... giremedim pencereden içeriye....sevgiyle :))
Bir yazıda rastladım bu söze.... isveçli atalar söylemiş.... bazı sözlere takılırım ya ben... takıldım yine...
sevmeyi hak etmek..
ne demek?
hak etmeden sevilmek..
ne demek?
sevilme ihtiyacında olmak...
nasıl bir durum?
sevilme zamanı...
ne zaman?
Bu durumlar ve sorular geliverdi ardı ardına... sevilmeyi hak etmek ne demekti sahi.... ya da hak etmemek... kıymetini bilememek mi... anlayamamak mı... sevememek mi yeterince.... değer vermemek mi... ya da ya da ilgilenmemek, önemsememek mi...
İlgilenmeyen ya da önemsemeyen yukarıdaki gibi bir cümle kurabilir mi? sanmam... o halde ne peki... burada inadına bir durum var gibi... yani bilinçli yapılmış bir hak etmeme durumu sanki...
Ne çok yaparız... hırpalarız... kanarsak hele... illaki kanatırız... canımız acıdıkça ne acılar sızdırır, karşımızdakini kızdırır ve en sonunda yıpratırız...
Bizdeki atasözü ne der... "kunduracı sevdiği köseleyi yerden yere vururmuş" der... ve kösele de onu hep sever... sevildiğini bilir yani... sanki olabilirmiş gibi... yerden yere, duvardan duvara toslayarak sevgi korunurmuş gibi... kan bitmeden kanama dururmuş gibi... ve daha bir çok mış gibi işte....
Ama bu sözde de çok içten bir yakarış var ki.... atlamaya yürek dayanmıyor.... en az hak ettiğinde bile sevebilmek mi gerçek sevgi... her durumunu hoş görebilmek... kısaca hiç ama hiç vazgeçmemek... sınırların zorlandığında... sabrın taşım taşım taştığında... hatta canın yandığında... yine de illaki her durumda.... korunabilir mi sevgi... yürek anlar mı bunun sevdadan olduğunu... anlar ve durur mu hala orada... her durumda... ya da durmalı mı acaba....
Bencillik, benlik, bireysellik.... peki ya sevmek... tümünden vazgeçmek mi gerek... ben'i kaybetmeden biz olmayı anlarım da... ya bu... en az hak etme durumunda bile sevmek... karşıdakinin yüreğini görebilmek...
Yok yok bu durumun içinden çıkamadım ben... bir yanım "ne yüce bir sevda, ne erişilmez bir algı ile uzanmak"... derken... diğer yanım..." hayır diyor bin defa hayır".... hak etmeyen, acıtan, kanatan asıl vazgeçmiştir... yoksa kıyar mı insan sevdiğine... sevdalık durumu iki kişi yaşanır... uzanabilsen hak etmedi demezsin ki hiç...
3 Nisan 2012 Salı
renklerim gelmiş... nerede benim tuvalim
Bin defa tekrarlasam da kendi kendime.... sayfalarca yazı yazsam da.... bazen sızıp gidiveriyor içimdeki enerji... çekiliveriyor sularım..renklerim değişiyor...
Gellerim olduğu gibi gitlerim de oluyor işte.... ittiriyorum bazı bazı.... hayatı.... yada kimi zaman çektiğim gibi...
İnsan hep aynı olmuyor işte....bazen gri... bazen kahverengi.... hep kırmızı olacak değil ya dimi... ya da en derininden mavi.... özellikle siyahlardan beyazlardan sonra... uyuşuk bir gri olma durumu ki... affedilebilir belki... ama ya kahve rengi.... işte o fena... bir kırmızı aratır en insani....kaldırmak için hüznün cenazesini...
Boş bir tuval gibi uzanır gün kimi zaman.... itinayla boyarsın cıvıl cıvıl.... hayatın renkleri yetmez olur... bir yeni renk bile katarsın.... ebruli... içine sığmayan renkleri tuvaline sığdırmaya kalkarsın... sığmaz taşarsa kızarsın hatta.... kendine kızarsın... renkler dile gelir... sohbetine dalarsın...
Bazen boş tuvalin başına oturursun... sen aynı sen... tuval aynı tuval... gün bile benzerlerinden bir diğeri olsa da... renkler aynı değildir... ışıktan mı ne... bir türlü elin varmaz başlayamazsın.. dur gelmiştir bir kere... doğru rengi olmayan... hatta rengi olmayan... bekledikçe grileşir tuvalin kendiliğinden.... sonra çok lazımmış gibi... inadına sanki... ton ton kahverengi olursun... daha gri daha kahve rengi...
Sonra bundan da sıkılırsın... karanlığı çağırırsın ve renklerinden kurtulursun... uykuların bile rüyaların bile unutulmuş bir renksizliktedir.
Işığının enerjisi yetmez renkleri ısıtmaya... için de istemez... yok böyle iyiyim dersin... sakin...
Sonra giderek artan bir özlemle... kırmızıyı değil de derin maviyi özlersin... evet yeniden denize koşmak için sabırsız sabırsız...su altının yeşil-mavi sessizliğini ararsın... yunarsın yıkanırsın yine... ne griden iz kalır ne de kahverengi bir toz üzerinde... ışıl ışıl çıkarsın sudan...
Aaaa renklerim gelmiş... nerede benim tuvalim :))
Gellerim olduğu gibi gitlerim de oluyor işte.... ittiriyorum bazı bazı.... hayatı.... yada kimi zaman çektiğim gibi...
İnsan hep aynı olmuyor işte....bazen gri... bazen kahverengi.... hep kırmızı olacak değil ya dimi... ya da en derininden mavi.... özellikle siyahlardan beyazlardan sonra... uyuşuk bir gri olma durumu ki... affedilebilir belki... ama ya kahve rengi.... işte o fena... bir kırmızı aratır en insani....kaldırmak için hüznün cenazesini...
Boş bir tuval gibi uzanır gün kimi zaman.... itinayla boyarsın cıvıl cıvıl.... hayatın renkleri yetmez olur... bir yeni renk bile katarsın.... ebruli... içine sığmayan renkleri tuvaline sığdırmaya kalkarsın... sığmaz taşarsa kızarsın hatta.... kendine kızarsın... renkler dile gelir... sohbetine dalarsın...
Bazen boş tuvalin başına oturursun... sen aynı sen... tuval aynı tuval... gün bile benzerlerinden bir diğeri olsa da... renkler aynı değildir... ışıktan mı ne... bir türlü elin varmaz başlayamazsın.. dur gelmiştir bir kere... doğru rengi olmayan... hatta rengi olmayan... bekledikçe grileşir tuvalin kendiliğinden.... sonra çok lazımmış gibi... inadına sanki... ton ton kahverengi olursun... daha gri daha kahve rengi...
Sonra bundan da sıkılırsın... karanlığı çağırırsın ve renklerinden kurtulursun... uykuların bile rüyaların bile unutulmuş bir renksizliktedir.
Işığının enerjisi yetmez renkleri ısıtmaya... için de istemez... yok böyle iyiyim dersin... sakin...
Sonra giderek artan bir özlemle... kırmızıyı değil de derin maviyi özlersin... evet yeniden denize koşmak için sabırsız sabırsız...su altının yeşil-mavi sessizliğini ararsın... yunarsın yıkanırsın yine... ne griden iz kalır ne de kahverengi bir toz üzerinde... ışıl ışıl çıkarsın sudan...
Aaaa renklerim gelmiş... nerede benim tuvalim :))
1 Nisan 2012 Pazar
içimden deniz geçti....
Öyle özledim ki denizi, suyu.... yazın yazmıştım... burada da paylaşayım dedim :))
""Dün Dirsek Büküne giderken, bugün Selimiye ye gelirken..en ucuna oturdum teknenin.. sürekli denizi seyrettim... kah ayakta derinlerine baktım denizin, kendi derinlerimde gezerken eş zamanlı... kah uzaklarındaydım suların lacivert ışıltılı... yüreğim gibi dedim zaman zaman.... tekne ilerledikçe, iki yanından akan köpüklü sular, artık doğrudan içimden geçiyordu... nasıl yundum yıkandım... içim ışıldadı... deniz önce bana geliyor, tüm enerjisini bana bırakıyor sonra negatif ne varsa, derine daha derine, yıkayıp alıp götürüyordu sanki... tuhaf bir trans durumuydu sanki, bir yandan gülüyordum ıslak ıslak , bir yandan yaşadıklarımın tadını çıkarıyordum....
Demir attık Selimiye'ye... sonra da hemen suya....:))
Saatlerce yüzdüm, yüzdüm.... sonra da bayıldığım bir ritüel... gözlük antifog spreyle yıkanır ve suya girmeden takılır ki buhar olup görüntü bozulmasın diye.... sonra bir fileden oluşan su altı çantası kabuk alışverişi için bele bağlanır, sonra cuppp suya, paletler giyilir veeee.... rastgele..... yine öyle yaptım.... Selimiyenin bu tarafına ilk defa geliyorum... her zaman yaptığım gibi yine kıyı keşfi yapayım dedim....
Önce siyah-beyaz, boru çiçekleri geldi önüme.. çok ilginçti gerçekten hem de kumda... ilk kez görüyordum... sonra şaşırtıcı bir şekilde su yüzünde devamları olan kayalıkların yarım ile bir metre derininde saklı bir cennet bulmuştum.... İnanılmazdı.... mercanlar ( az sayıda olsa da öyle ender olurlar ki bu sularda) çeşitli deniz mantarları, kayalıkları kaplayan fosilleşmiş kabuklular, itina ile gizlenmiş renkli yosunlar, yaklaşmaya çekindiğim renkli boru çiçekleri, yaramaz balıklar; önce kaçan saklanan, sonra da merak edip bakan, çupra, küçük bir levrek, küçük karagöz ve yöresel balıklar... üstlerini taşlarla örterek saklanmaya çalışan 1 yengeç 1 ahtapot.... sayısız küçük deniz canlısı bir bir gözlüğümün ekranındaydılar..... ha unutmadan istiridyeler...müthiş kabuklarıyla... her torbaya attığım obje için ( bu taş, kabuk, yosun, vs olabilir) denize teşekkür etmek adetimdendir... yine ettim bol bol.. hatta birçok kere bana bugün sunduğu müthiş görsellik için de teşekkür ettim.....güldüm yine suda....su yuttum her zamanki gibi.....bazen gözümdeki ıslaklığı alacaktı deniz, gözlükler olmasaydı..... severdik hep öyle muhabbeti.... işte öyle..... bir ara dedim evet tamam, bende buralara ait olmalıyım, öyle bir "evde" hissi ki bu anlatamam... sakin, sessiz, samimi, olduğu gibi.... tuhaf...dedim kendim bile ve güldüm yine.... üşümesem daha devam edecektim..... üşüdüm ve geri döndüm tekneye.....""
Bazen.. nedensiz...
Bazen bir müzik duyarsın... bir yazı, bir ses ya da bir ışık... bir sıcaklık, tanıdık... bir ad koymak da gerekmeden.... hatta başta fark ettirmeden... bir iyilik durumu gibi nedensiz... rahatlama hissedersin farkında bile olmadan... tanıdık , bildik bir duygu... sanki, bir evde olma durumu... adı gibi tarifi de olmaz ya bazen.. hatta elle tutulur gözle görülür bir nedeni de... sanki uzaklardan bir şey çaktırmadan yüreğine dokunmuştur... işte bazen, aniden... ferahlamaya benzer bir duyguya kapılırsın, sormadan sorgulamadan....
Ya da bazen, yine hiç nedensiz... bir söz, bir şiir, bir resim yada şarkıyla.... darlanırsın... erken bahar günlerinde, hırkasız sokakta kalmış gibi ürperiverirsin... için üşümüştür aslında... ama sen dışınla uğraşırsın... hava soğudu mu ne... üşüdüm galiba nedensiz...yine uzaklardan bir şey çaktırmadan ya da farkında bile olmadan yüreğini soğutmuştur....
Tuhaftır bu durumlar.... algılarının doğrudan yüreğinle ilişkisidir beyninden habersiz.... sorular, sorgular, nedenler gerektirmeden.... fark etmeden, ettirmeden.... hatta çoğunlukla bilinç düzeyinde algılanmadan... o tarifsiz sıcaklığı ya da derin üşümeyi de yaşarsın... savunmasız....
Ürperdim birden... hava soğudu mu ne ??
Ya da bazen, yine hiç nedensiz... bir söz, bir şiir, bir resim yada şarkıyla.... darlanırsın... erken bahar günlerinde, hırkasız sokakta kalmış gibi ürperiverirsin... için üşümüştür aslında... ama sen dışınla uğraşırsın... hava soğudu mu ne... üşüdüm galiba nedensiz...yine uzaklardan bir şey çaktırmadan ya da farkında bile olmadan yüreğini soğutmuştur....
Tuhaftır bu durumlar.... algılarının doğrudan yüreğinle ilişkisidir beyninden habersiz.... sorular, sorgular, nedenler gerektirmeden.... fark etmeden, ettirmeden.... hatta çoğunlukla bilinç düzeyinde algılanmadan... o tarifsiz sıcaklığı ya da derin üşümeyi de yaşarsın... savunmasız....
Ürperdim birden... hava soğudu mu ne ??
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)